Fidel Castro..
Fidel Castro..
Hakkı Yücel
Yaşı ilerlemişti, son doğum gününde adeta veda eder gibi konuşmuştu, vakit yaklaşıyordu belliydi, ama ölen Fidel Castro olunca, her fani için doğal olanın tecellisi kolay geçiştirilmiyor. Öyle de oldu. Castro’nun ölümü bütün dünyada yankı buldu. Hiç şüphe yok ki sevenlerinin de nefret edenlerin de hep yoğun ilgi odağında olmuştu yaşamı boyunca Fidel ve böyle olmasının da gözardı edilemeyecek tarihsel gerekçeleri vardı. Ajanslara düşen ölüm haberiyle karşılaştığımda kendi adıma bu gerekçeleri düşünürken, Terry Eagleton’un yakın zamanlarda okuduğum “Walter Benjamin Ya da Bir Devrimci Eleştiriye Doğru” (Agorakitaplığı) kitabındaki şu cümleyi hatırladım: “Benim bu kitabı yazmamın sebebi” diyordu Eagleton “bize karanlık zamanlarda tarihi yarıp geçecek olanların en alttakiler ve görünmeyenler olduğunu öğretmiş olan Walter Benjamin’e saygı ve bağlılığımı sunmaktır.”
Sanırım Fidel’i ve onun gibi 20.yüzyıla damgasını vurmuş isimlerin -bu isimleri daha geriye giderek Marx’tan başlatmak gerekecek- karakteristiklerinin bir boyutu tam da buydu; Eagleton’un dediği gibi, “tarihi yarıp geçecek olanların en alttakiler ve görünmeyenler “ olduğu konusundaki düşünsel/ideolojik müktesebatın üreticileri olmalarıydı. Ancak bu kadar değildi, bir diğer olmazsa olmaz boyutu ise yine onların, fikri çerçevesini çizdikleri bu teorik muhtevanın (adı belli, bu Sol’dur) bir bakıma pratik karşılığı olan “başka bir dünya mümkün” ütopyasıyla buluşturmaları ve dahası bunun mücadelesini vermeleriydi. İşte Fidel, bu temel karakteristiklerden belki daha çok bir eylem insanı olma özelliğini içkin, bu ütopyayı ve mücadeleyi bir davaya dönüştüren, o davaya sonuna kadar bağlı kalan ve nihayetinde onu ‘Küba Devrimi’yle hakikate dönüştüren sürecin baş aktörlerinden birisiydi. Batista rejimi altında inleyen Küba’da yoldaşlarıyla, “en alttakilerin ve görünmeyenlerin” umudu oldu, onları yanına alarak “tarihi yarıp geçecekleri” yolu açtı; o kanlı baskı rejimini yıkmayı hedefleyen gerilla hareketini başlattı. 1956 yılında bir avuç gözüpek insanın “Granma” teknesiyle Küba’ya doğru çıktıkları ‘devrim’ yolculuğu, zorlu evrelerden geçtikten sonra, giderek arkasına aldığı halk desteğinin de katkısıyla,1959 yılında Batista’nın ülkeyi terk etmesiyle zaferle sonuçlandı. Sona eren ise sadece Batista rejimi değildi, bu rejime arka çıkan, onu piyon olarak kullanan Amerika’nın da ülke üzerindeki hâkimiyetiydi ve devrimi bu denli anlamlı kılan da bir bakıma buydu.
Bu tarihi olay aynı zamanda “başka bir dünya mümkün” talebine/ütopyasına denk düşen ‘bir başka Küba’nın kurulacağı yeni bir dönemin de başlangıcıydı. Öyle de oldu. Kısa sürede ‘toprak reformu’ gerçekleştirildi, topraksız yoksul köylüler toprağın sahibi kılındı, geniş katılımlı çiftlikler kuruldu. Bunu ülke çapında okuma-yazma seferberliği ve ‘eğitim reform’ları izledi, ardı sıra okullar açıldı, cehalete neşter vuruldu. Aynı şekilde sağlık alanında radikal düzenlemeler yapıldı, halk ücretsiz sağlık hizmetlerinden yararlanır hale geldi. Bu alanda yaşanan gelişmeler sağlık hizmetlerini sadece Küba ile sınırlamadı, ihtiyaç duyan yoksul ülkelere de bu hizmetler sunuldu. Keza konut sorunu büyük ölçüde giderildi. Devrimci iktidar, yabancıların -özellikle Amerikan sermayesinin- kullanımındaki ülke kaynaklarına el koydu ve bu kaynakları halkın hizmetine sunmak adına devletleştirildi. Son kertede yerleşik sistemi altüst eden, onu “alttakilerin ve görünmeyenlerin” hak ve çıkarlarını gözeten adil ve eşitlikçi bir yapıya dönüştürmeye çalışan, haliyle ‘üsttekilerin” (ve arkasındaki güçlerin) çıkarlarına çomak sokan ‘devrim’in, bu kesimler tarafından engellenmek istenmesi, ‘karşı darbe’ girişimlerine maruz kalması kaçınılmazdı. 1961 yılında Amerika destekli ‘Domuzlar Körfesi Çıkarması’ işte böylesi bir girişimdi. Başarısızlıkla sonuçlanması ‘devrim’i daha da köklü hale getirirken, Castro’ya -ve yoldaşlarına- hem içerde hem de dışarda büyük güç ve prestij kazandırdı. Küba Devrimi ve başta bu devrimin sembol isimleri Che ile Castro, 60’lı yıllardan itibaren evrensel ölçekte Solun gözbebeği haline geldi. Bu kadarla da kalmadı, küçük bir ülkenin ABD’yi dize getirme başarısı başka ülkeler ve o ülkelerin devrimcileri için ilham kaynağı oldu.
Ancak şu gerçeğin altını da çizmek gerekir ki Küba Devrimi ve onu gerçekleştirenler sadece başardıklarıyla değil, başaramadıklarıyla da var olmuştur. Bu noktada, 20.yüzyılın ‘İki kutuplu’ dünyasının ideolojik/ekonomik saflaşma ve hesaplaşma sistematiği içinde tarafların daha çok başarılarının öne çıkarıldığını (hatta abartıldığını, ideolojik propagandasının yapıldığını), başarısızlıkların ise gözardı edildiğini söylemek mümkündür ve Küba Devrimi için de benzer durum söz konusudur. Nitekim devrimin varlığına yönelik tehlikeler karşısında kendini koruma dürtüsünün yol açtığı aşırı içe kapanma ve otoriterleşme halinin sonuç olarak bir yönetim ve özgürlük sorunu yarattığı aşikârdır. Keza ülkenin ekonomik ambargo altında olmasının sıkıntılara yol açtığı, buradan doğan zorlukların Sovyetler Birliği desteğiyle aşılmasının bir yere kadar mümkün olduğu da bir vakıadır.
Böyle olsa da 20.yüzyılın Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemi ortadan kaldıran gürültülü ve şaşırtıcı biçimde son buluşu (bu bir bakıma ‘devrimler ve ideolojiler’ çağının da son buluşudur) karşısında, Castro’nun Kübasının varlığını hâlâ koruyor ve bu ‘başka bir Küba’nın baş aktörü Fidel’in burada hâlâ belirleyici rolünün ve de geniş kitleler tarafından saygı görüyor olmasının bir açıklaması da olmak gerekmektedir. Bu gerçekliği, sona eren yüzyılın ideolojik bağnazlıkla malûl aklıyla bir ‘cennet’ ya da aynı aklın körlüğüyle bir ‘cehennem’ olarak açıklamak ne kadar yanlışsa; bu sürecin aktörlerini o ‘cennet’in eleştiren muaf peygamberleri ya da ‘cehennem’in zalim diktatörleri olarak değerlendirmek de o kadar yanlıştır.
Buradan bakınca “bize karanlık zamanlarda tarihi yarıp geçecek olanların alttakiler ve görünmeyenler olduğunu anlatanları”, bu bağlamda bıraktıkları tarihsel mirası ve onların “başka bir dünya mümkün” talepleriyle/ütopyalarıyla, bu uğurda sürdürdükleri mücadelelerini anlamak mümkün olamayacağı gibi; bu çabalar ‘başka zamanların’ romantik hikâyesi ya da beyhude rüyası olarak da değerlendirilebilir.
Böyle olsa da, bu durum, Fidel ve arkadaşlarının, ‘başka zamanların, başka bir dünya mümkün’ rüyasını ya da taleplerini/ütopyalarını bir ‘hakikat’e dönüştürdüğü, “tarihin karanlık zamanlarına” müdahale ederek oluşturulan bu hakikatin adının Küba Devrimi olduğu ve karşılık bulduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Castro’nun cenazesinin milyonlar tarafından uğurlanması, yakılan bedeninden geriye kalan küllerin devrimin başladığı yere doğru yolculuğa çıkacak olması ise ona duyulan saygının ve bağlılığın ifadesi olsa gerektir.
Castro’dan ve onun Kübasından şimdiki zamanlara ve sonrasına ne kalacağı ise, en başta solu ilgilendiren, yanıtı merak konusu büyük sorudur.