1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Fidias’ın nargilesi ve yapamadığımız tömbeki...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Fidias’ın nargilesi ve yapamadığımız tömbeki...”

A+A-

Kostas Konstantinu/OFFSITE

Çocukluğumda babamın bana sık sık hatırlattığı popüler bir söz der ki, önce imzanızı nereye attığınızı, sonra da ne anladığınızı bilmeniz gerekir. Günümüzde buna oy vermeyi rahatlıkla ekleyebilirim.

Neticede, Fidias fenomeninin ülkemize iyi geldiğini düşünüyorum. Belki de daha önce hiçbir fenomen—olumlu ya da olumsuz anlamda, ya da her ikisi birden, nasıl tercih ederseniz—siyasi ya da başka konularda bizi ilgilendiren bu kadar çok şeyi vurgulamayı başaramadı.

Şans eseri mi? Elbette şans eseri. Bunun bir önemi var mı?

 

FİDİAS’IN GİRNE FOTOĞRAFLARI...

En son olay vesilesiyle: Fidias Girne’ye gitti ve bir otel kumarhanesinde videolar çekti. Bazı üyeleri 1974’ün çaresizlerine yılmaz ucuz mücadeleler satarak kariyer ve servet elde etmiş yüksek vatanseverliğin sansürcüler kolu, elbette her zaman olduğu gibi yeni sözlü gerilla savaşından kaynaklı siyasi ödülle, yeni ortaya çıkan ihaneti kökünden bastırmaya hazır bir parmak kaldırdı.

Öte yandan—kesinlikle olması gerekenden daha fazla—romantik çözümcüler kampı, belki de bir zamanlar ben de onlardan biri olduğum için affedilmez şekilde hafif bir ifadeyle, Fidias’ı tamamen benimseme sürecinde bir adım daha ileri giderek—en azından yaklaşımın naifliği öyle söylüyor—bize Tarihin yarısını öğrettiklerini söyleyen genç milletvekilinin sesinden yararlandı.

Folklor—ya da folklor değil, sıkıntılı zamanlarda, sahip olduğunuz kısıtlı şeyler yeterli olacaktır.

 

FİDİAS NEYSE ODUR...

Fakat Fidias neyse odur. Kişinin onu ne kadar ciddiye aldığı kendi ciddiyetini ortaya koyar, bilmemiz gereken Fidias’ın ciddiyetini değil.

Haklı olarak birileri onun her şeyin ötesinde aynı zamanda bir AP milletvekili olduğunu—şimdi—ve milletvekillerimizden biri işgal bölgelerindeki otel kumarhanelerinde videolar çektiğinde, bunların Türk mafyası tarafından kontrol edildiğini ve Kıbrıs Rum mülkleri üzerine inşa edildiğini bilsin ya da bilmesin, ki Fidias konusunda o kadar emin olamayacağımı, meselenin basit olmadığını söyleyecektir. Buna katılmamazlık edemem.

 

TÜM BU OLAYI NASIL GÖRECEKLER Kİ?

Ancak, neden dış dünyanın tüm bu olayı saçmalıktan öte bir şey olarak göreceğine inanıyoruz? Çoğu bunları asla bilmeyecek ve bilenler de, eğer Fidias fenomeninin ne olduğunu biliyorlarsa, güleceklerdir. Bilmiyorlarsa da naçizane düşüncem, muhtemelen [fenomenin ne olduğunun] farkına varacaklardır.

Ve Atina’daki televizyoncu meslektaşlarım, televizyon ekranlarında Çoliadis’leri oynama [Editörün notu: Yunan Cumhurbaşkanlığı Muhafızları, Evzon’ların/Efsunların halk arasındaki adı] ve ulusun tarihini öğretme fırsatını yakalayan tırnak içindeki ve dışındaki meslektaşlarım, bu, falancanın donu ve falancanın diğeriyle memelerine koydukları silikonla ilgili kavga meselesinden önce gerçekleşiyor, pardon, onların işi bu.

Ve burada da, tüm bu yaşananları ciddiye almak, kişinin kendi varlığı söz konusu olduğunda rahatsız edicidir.

Sorumluluk (a) ona oy veren ve (b) oy vermeye gitmeyip ona oy verenlerin oylarının çoğalmasına izin verenlere aittir. Çocukluğumda babamın bana sık sık hatırlattığı popüler bir söze göre, önce imzanızı nereye attığınızı, sonra da ne anladığınızı bilmeniz gerekir. Günümüzde ve çağımızda buna oy vermeyi rahatlıkla ekleyebilirim.

Eski dükkan sahipleri, kasadan uzaklaştıktan sonra hiçbir hatanın kabul edilemeyeceğini yazarlardı.

 

BÜYÜK İSTİKRARSIZLIK İÇİNDE BİR KIBRIS...

Bunun ötesinde, Kıbrıs ya Fidias yüzünden Türkleşme, ya da Tarihin diğer yarısını öğrenmeme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu düşünmekle meşgulken… ve diğer yarının diğer yarısını bile bilmezken, kendi payımıza Omonoia–APOEL’den ötesini okuma zahmetine girmiyoruz; bölgemiz geçtiğimiz on yılların en büyük istikrarsızlığını yaşıyor, Kıbrıs sorununu dolaylı değil doğrudan etkileyen ve aynı zamanda bizi veya çocuklarınızı Kıbrıs’ı aceleyle terk etmek zorunda bırakabilecek gelişmelerin ortaya çıkmasına yol açabilecek bir istikrarsızlık. Eğer terk edebilirsek tabii.

İnsan siyasi avanaklara oy verdiğinde, suçlanacak olan avanaklar değil, insanın kendi muhakemesi ve yetersizliğidir. Aynı şey oy vermeye gitmediğinizde de geçerlidir.

Sonuç olarak: Şerefe!

(*) Tömbeki, ince kıyılmış nargile tütününü ifade eder. Rumca’da “Tömbeki yapıyorum” deyimi buradan gelir, yani konuşmuyorum, sessiz kalıyorum anlamına gelir.

oncelikli-sayfa-17-ap-milletvekili-fidiasin-guneyde-tartisma-yaratan-girnede-bir-otelde-nargile-icerken-cekilmis-kendi-paylasmis-oldugu-resim.jpg

AP Milletvekili Fidias'ın güneyde tartışma yaratan Girne'de bir otelde nargile içerken çekilmiş kendi paylaşmış olduğu resim...

(OFFSITE sitesinde 11.10.2024’te yayımlanan Kostas Konstantinu’nun yazısının Türkçesi’ni aktaran: PENNA).


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR...

“Nobel vesilesiyle bir kez daha Türklük, Türkiyelilik...”

  “Başka zaman Acemoğlu’nun ‘Türklüğünü’ hatırlamayacak, hatta duruma göre ‘Ermeni’ diye en hafif tabirle istiskal edecek olanlar, bu başarıdan sonra onun Türk olduğuna karar verdiler. Türkiye’de, Ermeni kimliğiyle görünür olmanın zorluklarını inkâr edenler, bir anda Acemoğlu’nun “bu toprakların çocuğu”, “bu toprakların ürünü” olduğunu ilan ettiler. İşin aslına bakacak olursanız, Acemoğlu’nun Ermeni veya Türk oluşunun konuyla ilgisi ve önemi sıfır. Nobel, kişinin kimliğine değil yaptığı işe veriliyor...”

Ohannes Kılıçdağı/AGOS

Doğma büyüme Türkiyeli Daron Acemoğlu –çalışma arkadaşlarıyla birlikte– ekonomi dalında Nobel Ödülü’nün sahibi oldu, bildiğiniz gibi. Türkiye, sosyal ve siyasi bütünlüğünü, toplumsal birlikteliğini ve barışını sağlayamamış, ortak bir kimlik üzerinde mutabık kalamamış bir ülke olduğundan, onun bitmeyen kavgaları bu ödüle de yansıdı ve “Acemoğlu Türk mü, Ermeni mi?” tartışması başladı. (Benzer tartışmalar, Aziz Sancar Nobel aldığı zaman “Türk mü, Arap mı, Kürt mü?” şeklinde yaşanmıştı.) ‘Türkiyeli’, bunların hepsini eşit biçimde kapsayacak, kavgayı bitirecek bir tabir ama biz birbirimizle kavga etmeden yapamıyoruz.

Bazı insanların anlamadığı veya anlamak istemediği şu: Türkiyeli olmak, Türk olmaya engel değil. Kendini tarif için “Ben Türk’üm” diyene kimse “Olamazsın” demiyor, dememeli. (Acemoğlu gibi, Türk olmadığı bariz biri “Ben Türk’üm” derse maddeten doğru bulmayız ama “Allah selamet versin” der, geçeriz.) Burada maksat ülke nüfusunun bütününden bahsederken herkesi eşit biçimde kapsayan bir tabir bulmak. ‘Türk’ olmuyor, çünkü ülkedeki herkes Türk değil, bir kâğıda “Herkes Türk’tür” yazıp adına anayasa dediğinizde de herkes Türk olmuyor. Anayasaya “Dünya düzdür” diye yazmakla dünya düz olmaz.

 

“ESAS MESELE BİR ŞEYİ DAYATMAMAK...”

Biz Aziz Sancar’a, Daron Acemoğlu’na Türkiyeli diyelim, onlar kendilerini Türk, Arap, Kürt, Ermeni veya başka bir şey olarak tarif ediyorlarsa o da onların bilecekleri iş, çünkü Türkiyeli olmak bunların hiçbirine engel değil. “Türkiyeli Türk’üm”, “Türkiyeli Kürd’üm”, “Türkiyeli Ermeni’yim” vs. demek çelişkili değil. Hatta bir kimse kendini tarif ederken, istemiyorsa ‘Türkiyeli’ demek zorunda da değil. Doğrudan ve sadece “Türk’üm”, “Kürd’üm”, “Ermeni’yim” vs. de diyebilir. Esas mesele, kimseye Türklüğü tek mümkün seçenek olarak dayatmamak.

 

“TÜRKİYELİ OLMAK...”

Biri bana “Türk” dese itiraz ederim, çünkü değilim ama “Türkiyeli” dese itiraz etmem, hatta edemem, çünkü maddi gerçeklik bu. Türkiye’de doğdum, büyüdüm, Türkiye vatandaşıyım, hayatımın %90’ını Türkiye’de yaşadım. Türkiyeli olmamam mümkün değil. Sanırım bu tabirin kabul edilmesini zorlaştıran bir başka etken de insanların ona birtakım normatif, ideolojik veya duygusal bagajlar yüklemesi. Hâlbuki ‘Türkiyeli’, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını tarif eden, onun ismi olan, son derece nötr, değer yargısından uzak bir tabir olarak görülmeli kanımca. “Adım şu” derken ne kadar olağan bir hâlden bahsediyorsak, “Türkiyeliyim” demek de o kadar olağan görülmeli.

 

“İŞLERİNE GELDİĞİ GİBİ...”

Nobel tartışmasına dönecek olursak, başka zaman Acemoğlu’nun ‘Türklüğünü’ hatırlamayacak, hatta duruma göre ‘Ermeni’ diye en hafif tabirle istiskal edecek olanlar, bu başarıdan sonra onun Türk olduğuna karar verdiler. Türkiye’de, Ermeni kimliğiyle görünür olmanın zorluklarını inkâr edenler, bir anda Acemoğlu’nun “bu toprakların çocuğu”, “bu toprakların ürünü” olduğunu ilan ettiler. (Türkiye’de birçok Ermeni’nin en az bir kere başına geldiği gibi Acemoğlu’nun da Ermeni kimliği nedeniyle, üstelik Galatasaray Lisesi gibi kalburüstü kabul edilen bir okulda karşı karşıya kaldığı taciz hikâyesi sosyal medyada dolaşıyor. Kısa bir aramayla bulabilirsiniz.)

İşin aslına bakacak olursanız, Acemoğlu’nun Ermeni veya Türk oluşunun konuyla ilgisi ve önemi sıfır. Nobel, kişinin kimliğine değil yaptığı işe veriliyor. Bununla ilintili olarak, Acemoğlu Türk, Ermeni hatta Türkiyeli diye gurur duymanın da sağlam maddi bir zemini yok. Gurur duyması gerekenler, Acemoğlu’nun bu noktaya gelmesine hayatı boyunca katkıda bulunanlardır. Yoksa hasbelkader aynı ülkede doğmuş veya yaşamış olmakta veya gene hasbelkader aynı millete mensup olmakta gurur duyulacak bir taraf yok. Sanırım insanlar sevinmek ile gurur duymayı birbirine karıştırıyorlar.

 

“ORHAN PAMUK’A DA LAF SÖYLEMİŞLERDİ...”

Bir de Acemoğlu’nai Türkiye’yi ‘kötülediği’, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki talan ve kıyıma karşı imza verdiği, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’nın serbest bırakılması talebine katıldığı vs. için Nobel Ödülü verildiğini, yani pek bilinen tabirle bunun ‘Batı’nın Türkiye’ye oyunu’nun bir parçası olduğunu iddia eden, daha ziyade ulusalcı takımdan kimseler var. Hatırlarsanız benzer lafları Orhan Pamuk Nobel aldığı zaman da söylemişlerdi.

 

“KARARLAR TÜRKİYE’YE BAKILIP VERİLMİYOR!...”

Acemoğlu’nun ekonomiye yaklaşımını, ideolojisini eleştirebilirsiniz, hatta Nobel verilme sebebinin ideolojik olduğunu da söyleyebilir, hatta ve hatta haklı da olabilirsiniz (bu yönde ciddi eleştiriler var nitekim) ama Acemoğlu’na Nobel Ödülü verilirken onun Türkiye hakkında ne dediğine bakıldığını iddia etmek, herkesin kendi hakkında düşündüğünü, kendini konuştuğunu zannetme sonucunu doğruran, kifayetsiz bir narsisizmin göstergesi olur ancak. Türkiye sandığınız kadar dünyanın umurunda değil; herkes her kararını Türkiye’ye bakıp vermiyor. Türkiye’de insanlar çocukluktan itibaren Türkiye’nin dünyanın merkezi olduğuna inandırılarak yetiştirildikleri için bu narsisizm kolektif olarak içselleştiriliyor, normalleştiriliyor ve herkesin yatıp kalkıp Türkiye’yi düşündüğünü zannediyorlar. Nobel ödüllerini veren İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’nin ölçütleri ve değerlendirmesiyle hemfikir olmak zorunda değilsiniz ama çok merak ediyorsanız, ekonomi dalında Nobel Ödülü’nün, aralarında Acemoğlu’nun da bulunduğu ekonomistlere verilmesinin nedenlerini bu kuruluşun internet sitesinden öğrenebilirsiniz.

Tabii, tüm bu tartışmalar, Türkiye toplumuna dair bir gösterge. Konu ne olursa olsun tartışma kendimizle ve dünyayla hâlledemediğimiz, hâlleşemediğimiz sorunların tartışması hâline geliyor. Bu, bizim varoluşsal hâlimiz.

(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 17.10.2024)


Daron Acemoğlu kimdir?

İktisatçı Daron Acemoğlu, 1967 yılında Ermeni bir anne-babanın çocuğu olarak İstanbul'da dünyaya geldi.

Agos gazetesine göre Daron Acemoğlu’nun 1988’de vefat eden babası Kevork Acemoğlu, Türkiye’nin tanınmış ticaret hukuku uzmanlarından biriydi.

1991’de hayatını kaybeden annesi İrma Acemoğlu ise Kadıköy Aramyan Uncuyan Okulu’nun eski müdürlerindendi. İrma Acemoğlu şair ve edebiyatçı kimliğiyle de tanınıyordu.

Daron Acemoğlu, Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra 1989'da İngiltere'deki York Üniversitesi'nde ekonomi alanında lisans derecesi, 1990'da London School of Economics'te matematiksel ekonomi ve ekonometri alanında yüksek lisans derecesi ve 1992'de London School of Economics'te ekonomi alanında doktora derecesi aldı.

Acemoğlu, 1993 yılından beri ABD'deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (MIT) ekonomi profesörü olarak görev yapıyor.

Acemoğlu ekonomi politik alanındaki çalışmalarıyla tanınıyor.

Uzun zamandır birlikte çalıştığı Simon Johnson ve James A. Robinson ile birlikte yazdığı onlarca makale bulunuyor.

Acemoğlu, Robinson ile birlikte Diktatörlük ve Demokrasinin Ekonomik Kökenleri (2006) ve Ulusların Çöküşü (2012) kitaplarını yazdı.

Ulusların Çöküşü (2012) kitabı temelde, yoksul bir toplumun zengin bir toplum haline gelmesi için, bir siyasal dönüşüm yaşaması gerektiği görüşünü savunuyor.

İki iktisatçı bunun için sıradan yurttaşların, Fransa, Japonya, Botsvana, ABD örneklerinde olduğu gibi siyasal güce ulaşması gerektiğini savunuyordu.

Daron Acemoğlu, geçmiş röportajlarında "demokrasi, siyasi kurumlar ile ekonomik büyüme arasındaki ilişki ve diktatörlük baskısı gibi" çalışma konularını "ergenlik çağında, özellikle yakın zamanda askeri darbe yaşamış bir ülkede büyürken" merak etmeye başladığını söylemişti.

Acemoğlu günümüzün en çok atıf yapılan iktisatçılardan biri.

Aldığı çok sayıda ödül arasında Amerikan Ekonomi Derneği'nin verdiği John Bates Clark Madalyası da var.

(BBC – 14.10.2024)

Bu yazı toplam 458 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar