Filistin ve Kıbrıs Sorununa Bakış Emperyalizm, Milliyetçilik ve Kuvvet Politikası
İngiliz sömürgeciliğinin imparatorluk topraklarında böl-yönet politikaları uyguladığı yaygın olarak bilinmektedir. Fakat bu politikaların günümüzde yaşanan bazı sorunların tarihsel arka planını oluşturduğu üzerinde pek durulmuyor.
Bugünlerde yeniden alevlenen ve bölge, hatta dünya barışını tehdit eder noktaya gelen İsrail-Filistin sorunu, Hindistan ile Pakistan arasında devam eden Kaşmir meselesi ve elbette sonu gelmeyen Kıbrıs Sorunu, Büyük Britanya’nın emperyalist politikalarından ayrı düşünemeyeceğimiz bazı örneklerdendir.
Bu yazımda, İsrail-Filistin ve Kıbrıs sorunlarının tarihsel arka planına bakarak bazı benzerliklere dikkat çekmek istiyorum.
Birinci Dünya Savaşı esnasında Arap halklarına bağımsızlık vaat ederek Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanmaya teşvik eden Büyük Britanya, bir yandan da Fransa ile Osmanlı topraklarını paylaşmanın gizli pazarlıklarını sürdürüyordu. Sonunda, Fransız ve İngiliz dışişleri bakanlarının adını taşıyan ‘çok gizli’ Sykes-Picot anlaşması imzalandı (Ekim 1916).
Buna göre, savaştan sonra Arap toprakları Fransa ve Britanya’nın nüfuz bölgeleri altına alınacak, Rusya’ya da “sus payı” verilecekti.
(Bu anlaşmaya Rusya da dahil edilmişti. Büyük Ekim Devrimi’nden sonra Lenin bu emperyalist planı açıklamış ve dünya kamuoyunun bilgisine getirmişti.)
Anlaşmaya göre Filistin İngilizlerin elinde kalacaktı.
Filistin halkının beklenen bağımsızlık mücadelesini kırmak için Balfour Deklarasyonu’nu (1917) hazırlayan Londra, bir süreden beri kutsal topraklar üzerinde bir Yahudi devleti kurmak için Theodor Herzl öncülüğünde Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde yaşayan Yahudiler arasında yükselişe geçen Siyonist hareketten yararlanmaya yöneldi.
Filistin topraklarına Yahudi nüfus yerleştirerek, İngiliz yanlısı bir Yahudi cemaati oluşturup Filistinlilere karşı bir güç dengesi olarak kullanmaya başladı.
İngiliz sömürgecileri açısından Yahudi cemaati, İngiliz yanlısı ve bağımlısı olmak durumundaydı. Aslında, İngilizlerin amacı bağımsız bir Yahudi devleti kurulması değildi. Filistin topraklarında Yahudilere “Milli Yurt” (national home) yaratmaktan söz ediliyordu. Yani, Yahudiler İngiliz hegemonyası altında Filistinlilerle yan yana yaşayacak, iki cemaat karşı karşıya gelecek ve Britanya İmparatorluğu’nun Filistin topraklarında devamı sağlanacaktı.
1930’lu yılların sonuna geldiğimizde Filistin’de nüfusunun %35’ini Yahudiler oluşturuyordu ve beklenildiği gibi, Filistinli Araplarla karşı karşıya gelmeye başlamışlardı. Çünkü, Yahudilerin yerleşimi, Filistinlilerin yaşadıkları topraklardan kovulmaları anlamına geliyordu.
Nitekim, pek çok Filistinli ilk defa bu dönemde evlerinden yurtlarından oldular.
Yahudiler, sonunda İngiliz sömürge yönetimine de başkaldırdılar ve İngiliz hedeflerine saldırılar düzenlemeye yöneldiler.
İkinci Dünya Savaşı esnasında (1944) ise topyekûn saldırıya geçtiler. İki cemaati ustalıkla yöneteceğini düşünen Büyük Britanya sonunda Filistin topraklarını terk etmek zorunda kaldı ve Mandasını yeni kurulan Birleşmiş Milletlere devretti.
Nazi Almanya’sı tarafından tarihin en vahşi soykırımından geçirilen Yahudiler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin topraklarına akın ettiler ve 1948 yılında bağımsız İsrail devletini kurdular.
Kurdular ama İsrail devletinin doğuşuyla Ortadoğu’da büyük bir sorun da doğmuş oldu. Yerlerinden kovulan Filistinliler yersiz yurtsuz kaldılar.
Çeşitli aşamalardan geçen İsrail-Filistin sorunu, Batı dünyasının tam desteğine sahip olan İsrail’in BM kararlarında öngörülen ve Filistinlilerin, en azından bir kesiminin, kabul etmek zorunda kaldığı iki-devletli çözüme ilgi duymaması ve Filistin halkını baskı altında tutmaya devam etmesi yüzünden tam bir çözümsüzlüğe sürüklendi.
Dikkatli okurlar, yukarıdaki hikayenin bir benzerinin Kıbrıs’ta yaşandığını göreceklerdir.
Britanya, Kıbrıs’ı elinde tutmak için en başından beri böl-yönet politikaları uyguladı. Kıbrıslı Türkleri, Kıbrıslı Rumların milli talepleri Enosisi engellemek için kullandı. Lozan Antlaşmasından sonra Türkiye’ye göç etmek isteyen Kıbrıslı Türklerin adada kalmaları için elinden geleni yaptı.
Kıbrıs Türk toplumunun tarihsel nedenlerden kaynaklanan Enosis-korkusunu suiistimal ederek hem idari, hem de askeri düzeyde Kıbrıslı Türkleri Kıbrıslı Rumlar karşı karşıya getirdi.
Örneğin, Kavanin Meclisi’nde Türk ve İngiliz üyelerin sayısı, Kıbrıslı Rumların sayısına denk olacak biçimde ayarlandı.
EOKA’nın Enosis mücadelesi esnasında ise Kıbrıslı Türklerden oluşan Yardımcı Polis ve Komando birlikleri kurarak iki toplumun etnik çatışmaya sürüklenmesine neden oldu.
Ayrıca, Kıbrıslı Türklere adanın Taksim edilmesi vaadinde bulundu ve tıpkı Filistin örneğinde olduğu gibi, adanın çatışan milliyetçilikler girdabına sürüklenmesine yol açtı.
Aslında İngilizlerin amacı adayı bölmek değildi. Enosis talebini zayıflatıp ‘son koloniyi’ ellerinde tutmak istiyorlardı.
Kolonyalistler, sonunda kendilerine egemen iki askeri üs ayırarak Kıbrıs’ın bağımsızlığına yeşil ışık yaktılar.
Fakat bağımsız Kıbrıs devletinin kuruluşu (1960), tıpkı İsrail’in kuruluşu gibi, büyük sorunlar doğurdu. Cemaatler arasında barışı sağlanamadı ve iki etnik grup çatışmaya devam etti.
Farklı aşamalardan geçen Kıbrıs Sorunu bugüne kadar çözülemedi.
BM Kararlarında öngörülen iki-bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı çözüm, kah bir taraftan, kah diğer taraftan reddediliyor...
Yukarıda ele aldığımız Filistin ve Kıbrıs örneklerinde sorunların tarih sahnesine çıkışında emperyalizmin ve sömürgeciliğin oynadığı rol açıktır.
Gelgelelim, bu sorunların günümüze kadar çözülememesinin arkasında bir dizi başka neden de vardır. Milliyetçi saplantılar, fanatizm, uzlaşma kültürünün gelişmemesi ve kuvvet politikası, bu nedenlerin başında gelmektedir.
Milliyetçi saplantılar gerçekçi uzlaşmaların düşmanıdır. Filistin-İsrail çatışmasının iki-devletli çözümle sona erdirilmesine karşı çıkan Araplarla İsrailliler, Kıbrıs’ta iki bölgeli, iki toplumlu siyasal eşitliğe dayalı federal bir devletin kurulmasına karşı çıkan Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler, tarihsel olarak emperyalizmin yarattığı sorunların kanayan yaralar olarak kalmalarına katkı sağlıyor, çözüm bulunmasını engelliyor.
İsrailli yazar Amos Oz’un da belirttiği gibi, İsrail ile Araplar haklı mücadelelerinin yanı sıra, haksız mücadeleler içindedirler de. Örneğin, İsrail’in devlet olarak varlığını savunulması haklı bir mücadeledir ama izlenen yerleşimci politikalarla iki-devletli çözüm perspektifini havaya uçurmak haksız bir mücadeledir.
Arapların bağımsız bir Filistin devleti için mücadele etmeleri haklı bir mücadeledir ama İsrail devletini yıkmaya dönük uğraşlar haksızdır.
Uzlaşma kültürü tam da bu noktada büyük bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Neyin gerçekçi, adil ve uygulanabilir olduğunu doğru saptamak ve buna göre uzlaşıcı bir tutum sergilemek, sorunların çözümü açısından elzemdir.
Kıbrıs’ta da haklı ve haksız, başarılması mümkün olanla olmayan arasında gerçekçi bir ayırım yapmamız şarttır.
Kıbrıslı Rumların Kıbrıs’ın askerden arındırılması ve ülkenin birleşmesi için verdikleri mücadele haklı bir mücadeledir. Fakat Kıbrıs’ta iki-toplumlu, iki bölgeli, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğine dayalı federal bir devletin kurulmasına karşı çıkanlar, haksız bir tutum içindedirler.
Öte yandan, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini savunmak haklı bir tutumdur ama ayrı ve eşit egemenlik diyerek, Kıbrıslı Rumların kovulduğu topraklar üzerinde ayrı bir devlet kurma talebi haksız bir taleptir.
Sorunların çözümsüz kalmasında bir diğer neden de kuvvet politikasıdır.
İsrail kibirli bir tutumla Araplara ait topraklara durmadan Yahudi nüfusu yerleştirerek barışa giden yolu tıkıyor. İşgali sürdürerek statükoyu nihai bir hal çaresine dönüştürmek istiyor. Bu hukuk tanımayan bir kuvvet politikasıdır (might is right) yani, “kuvvet eşittir hak” anlayışıdır.
Türkiye Kıbrıs’ta farklı aşamalarda farklı tutumlar almıştır. Örneğin, 1960’lı yıllarda uzlaşmaya açık bir tavır takınmıştır. Fakat 1974’ten sonra Rauf Denktaş ile birlikte uzun bir süre katı bir tutum sergilemiştir. 2004’te ve 2017’de esnek davranarak uzlaşmadan yana tavır almıştır.
Maalesef son yıllarda statükoyu sürdürmeyi adı konmamış bir hedef haline getirmişe benziyor.
Bu, İsrail örneğinde olduğu gibi, ne gerçekçi, ne de adildir...
Umarız, hem İsrail-Filistin sorununda, hem de Kıbrıs Sorununda sağduyu galip gelir ve tarihi uzlaşmalarla bu sorunlar çözülerek halkların barış içinde yaşaması sağlanır.
Unutulmamalıdır ki, en yüce erdem barıştır ve barışa hizmet etmeyen politikalar insanlığa sadece felaket getirmiştir...