G-URBAN DESIGN
Dereboyu Caddesi’nde kaldırımın üzerine araba park etmiş. Tüm kaldırımı tamamen kapatmış. Yayalar mecburen yoldan geçiyorlar. Geçerken de dikkat etmek zorundalar, çünkü yolda ilerleyen arabaların dikiz aynaları tehlikeli şekilde yakınlarından geçiyor.
Bir kadın çocuk arabası ile birlikte yürüyor. Fakat kaldırımda yürüme çabasından çoktan vazgeçmiş. Çünkü kaldırımlar çocuk arabasına uygun değil. Ya tam orta yere çöp konulmuş, ya elektrik panosu, ya da ağaç. Zaten kaldırımların bir bölümünde rampa var, bir bölümünde yok. Çıkıyorsunuz ama inemiyorsunuz.
Ülkenin en değerli caddesinde binaların sıvaları dökülüyor. Üst katlar bakımsız, sıvasız ve boyaları solmuş durumda. Yer yer çarpık eklemeler yapılmış. Tamamen bir üçüncü dünya ülkesini andırıyor. Fakat alt katlarda dükkanlar en değerli malzemelerle kaplanmış. Dünyanın en bilindik markaları kullanıyor. Üstte getto, altta lüks olmak, binaların kendilerinin bile psikolojisini bozmuş. Şizofren hale getirmiş onları.
Yaya geçitlerinin beyaz boyaları soluk. Yoldan ilerleyen araç sürücüleri tarafından fark edilmiyor. Zaten kimse de durmuyor ya. Bırakın vatandaşı, polis bile durmuyor yaya geçidinde. Güneş ışıklarına dayanıksız boyalarla, göstermelik olarak boyanıyor bu yaya geçitleri ve boyanmasının ertesi günü yine solmaya başlıyor.
Engelliler ise ülkemizde en çok hakları yenilen grup. Kamu kullanımına açık binalara giremiyorlar. Bu konuda yasa olduğu halde yaptırım uygulanmıyor. Dahası belediyenin yaptığı kaldırımların kendisi bile engelliler için bir tuzak, bir tehlike. Düz gitmesi gereken güzergahlar duraklamaksızın kıvrılıyor, ağaç ve diğer engellere tehlikeli derecede yakından geçiyor ve engellilerin engeline engel katıyor.
Arabalar bile bu şehirden nasibini alıyor. Yollardaki çukurlar öyle normal çukur değil. Seçim zamanlarında daha geniş alanları kapsamak için inceltilerek dökülen asfaltların eserleri bu yamalar. 2 ay seçim yasağında çökmeseler yeterli.
Ama arabalara bir kıyak da geçilmiş. Yayalaştırılmış tarihi kültürel kent merkezi adeta bir otopark. Yayanın yürüyeceği yerlerdeki bariyerler sürekli açık, arabalar park etmekten çekinmiyor. Bazen yaya yolunda ilerlerken yayaya korna bile çalıyor araç ve ekliyor “çekil be yolun içinden”.
Şehrin tarihi eserleri ise “update” yapılmış. Sarı taş binaların üzerine kompozit metal kaplamalara göz yumulmuş. Kimse bunları sök demiyor. Yüzlerce yıllık Lefkoşa Surlarçi, günümüzde artık metal kaplamalarla boğulmuş.
İngiliz Dönemi’nde ağaçlandırılmış olan şehir, artık ağaçlandırma alışkanlığından vazgeçmiş. Yeni binalar yapılırken ağaç ek şartı aranmıyor. Yollar, caddeler ve meydanlar ise ağaçlandırılmıyor. Aksine, İngiliz Dönemi’nden kalan ağaçlar bir bir kesiliyor.
‘Urban Design’, yani kent tasarımı maalesef bizde pek de ciddiye alınmayan bir konu. 3 büyük şehrin yöneticileri bu konunun varlığından bile haberdar olmamak için ısrar ediyorlar.
Bu sebepten dolayı Lefkoşa, Girne ve Mağusa kentsel tasarım konusunda maalesef sınıfta kalmış durumda.
Bu başarısızlık ise 3 büyük şehrimizi büyük köyler haline getirmiş bulunuyor.
Nüfus var, yapılaşma var ama ortada bir kent yok.
Ve evet, yaşadığımız sokakların dili var,
ve bizlere haykırıyorlar:
“Bizde ‘Urban Design’ yok, bizde ‘GURBAN DESIGN’ var!”