Gaile’nin Kütüphanesi: Doğadaki Son Çocuk
“Doğadaki Son Çocuk” TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları serisinden çıkan, yazar ve gazeteci Richard Louv’un yedinci kitabı.
Fatih Bayraktar
[email protected]
“Doğadaki Son Çocuk” TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları serisinden çıkan, yazar ve gazeteci Richard Louv’un yedinci kitabı. Çeviriyi üstlenen Ceyhan Temürcü’nün çok iyi bir iş çıkardığını belirterek başlayalım. 447 sayfalık kitabın bir çırpıda okunmasının nedenlerinden biri de bu. Ancak esas neden konunun doğaya ve çocuklara duyarlı insanların en hassas noktalarına dokunuyor oluşu. Alt başlık da bunu gösteriyor zaten: “Çocuklarımızdaki Doğa Yoksunluğu ve Doğanın Sağaltıcı Gücü”. Yeri gelmişken yazarın aynı zamanda bir aktivist olduğunu, ABD’deki Doğa ve Çocuklar Ağı’nın başkanlığını da yaptığını belirtelim.
Her ne kadar kitap bir Amerikalı’nın perspektifinden anlatılmış ve çoğunlukla oralardaki(!) sorunlara odaklanmışsa da bilişim teknolojilerinin birbirine benzeştirdiği tüm coğrafyalar için geçerli argümanlar ortaya koyuyor. Kıbrıs’ın kuzeyinde halen sık sık kopan internet hatlarıyla cebelleşmek zorunda kalıyorsak da çocuklarımızın çoğunun doğaya yabancı bir biçimde ev içi eğlenceliklerle büyüdüğünü gözlemlemek hiç de zor değil. Ancak tek suçlu internet ve diğer teknolojiler de değil. Bu bağlamda Louv başka bir tarafa yönlendiriyor bizi; aşırı imarlaşmanın yokettiği doğaya ve çocukların bundan dolayı yaşadığı doğa yoksunluğuna. Bugün sıklıkla tartıştığımız ve şehir halkının inisiyatifler aracılığıyla örgütlenip mücadele ettiği Girne İmar Planı geliyor hemen aklımıza. Betona boğulmuş, yeşilin neredeyse silinip gittiği bir yerde bunun yalnızca yetişkinlerin değil çocukların da sorunu olduğunu farketmeye başlıyoruz.
Sonra başka bir noktaya taşıyor bizi Louv; zeka tartışmasına. Rekabet edebilirliğin en geçerli akçe olduğu neo-liberal dünyada çoklu bir zekaya sahip olmamız gerektiği öğütlenir bize. Sözel zekamızın, çıkarımsal zekamızın, içsel zekamızın ve de toplumsal zekamızın iş ortamlarında (ama özellikle şirketlerde) bizi başarılı kılacağından bahsedilir. Ancak doğa zekasından nedense hiç söz edilmez. Hatta Aborjinler gibi ilksel topluluklardaki üstün doğa zekası açık ya da örtük biçimde aşağılanır. Bu etnosentrik bakış açısı modern ve postmodern toplumların kendi süreçlerini ve ihtiyaçlarını başka topluluklara dayatmasından başka birşey değildir oysa. Gardner doğa zekasını “İnsanların bitkileri, hayvanları ve bulutlar, taşlar gibi diğer doğal çevre öğelerini tanıma yeteneği” olarak tanımlar. Açıktır ki bu tanıma yeteneği hem olanaklarla hem de merak etmeyle çok yakından ilişkilidir. Ancak dayatılan çoklu zekanın içinde bunların hiçbiri yoktur. Dayatılan, doğanın insan yararı için nasıl kullanılacağıdır. Ekosistem içindeki yerimizi bilmemekle, aklın ve iradenin yalnızca bize bahşedildiğinden dolayı dünyanın efendisi olduğumuza inanmakla çok yakından ilişkilidir bu dayatmaya boyun eğişimiz. Oysa doğanın kendisinden çaldıklarımızı nasıl geri aldığını ve insanlığın bu nedenle nasıl acılar çektiğini tekrar ve tekrar hatırlamamız gerekir. Bunun için de doğa zekamızı -kendimizi merkeze koymadan- artırmamız şarttır.
Kitabı okurken beni en çok sarsan noktalardan biri de yaratılan korku ortamının çocukları doğadan nasıl kopardığıyla ilişkili bölümdü. Ebeveynlerin çoğuna göre dışarısı (sokak/mahalle/doğa) gitgide tehlikeli hale gelmektedir. Bunda yazılı ve görsel basının rolü yadsınamaz. Neredeyse suç ve suçlular geçidine bürünmüş olan haberler açık bir biçimde dünyanın korkulması gereken bir yere dönüştüğü ve korunabilecek tek yerin de “ev”olduğu mesajını vermektedir. Louv ayrıntılı bir biçimde ve sağlam istatistiklerle bu algının şişirilmiş olduğunu göstermektedir bize. Daha fazla reyting alma uğruna, daha fazla satma uğruna girişilen yasal ama etik dışı bir durumdur bu. Neredeyse tamamı kapalı devre kameraların kaydettiklerinden oluşan bir ana haber bültenini izlediğinizde (eğer izliyorsanız) ne düşündüğünüzü, ne hissettiğinizi bir daha gözden geçirin derim. Bu, tam da yaşama içkin hale gelen bir terörize olma durumudur bana göre. Tehlike herhangi bir zaman ve herhangi bir yerden gelebilir. Kaçılacak tek yer ise “ev”dir. Dışardan el ayak çekildiği zaman ise doğadan da uzaklaşılmış olduğunun pek farkına varılmaz. Korumak hapsetmeye dönüşür.
Louv tespitlerinden sonra çözüm önerilerine geçer ki kitabın bu noktadan sonrası neredeyse her cümlenin altı çizilerek ilerler ( en azından bende böyle oldu). Louv bize çocuk doğa birliğinin yeniden nasıl kurulabileceğini anlatır. Yukarda aktarmaya çalıştığım gerçeklerimizle yüzleşerek ve doğayla yeniden barışarak başlamalıdır işe ona göre. “Siz doğaya gidemiyorsanız, doğanın sizin evinize gelmesini sağlayın.” der. Ama burada ev içi bir faaliyetten bahsetmez. Evin hemen dışındaki herhangi bir toprak yere gitmeniz yeterlidir. Doğa oradadır ve keşfedilmeyi bekler. Ancak bu bir başlangıçtır. Doğaya dönüş hareketinin tek tek bireylerden başlaması gerektiğini ve genele bu şekilde yayılacağını savunur. Bu bireylerin oluşturacağı toplumsal baskının doğadan uzak eğitim sisteminde reform yapma gerekliliğini doğuracağını, belediye meclislerinin şehirlerinde, politikacıların ülkelerinde doğa dostu girişimlerde bulunmaya mecbur kalacağını söyler. Tabii ki bunun oldukça iyimser bir tahmin olduğunu belirtmekte fayda vardır. Çünkü doğayla barışmak ya da doğaya tekrar dönmek gerekli ancak yeterli değildir. Doğayla insanın ilişkilerini bugün için belirleyen insanın kendini doğa içinde en tepeye koyma eğilimidir. Bu eğilimin sonucunda milyonlarca ağaç kesilmekte, türler yokedilmekte, fabrikalar, nükleer santraller inşa edilerek toprak ve su zehirlenmektedir. Böylesine bir sistem içinde yaratılan küçük doğa kaçamakları, yürüyüşler, keşifler ne yazık ki kalanla yetinmek ve bütün bir doğayı geri kazanmak için mücadele etmemek anlamına gelebilmektedir. Kaldı ki ABD gibi devasa bir ülkede halen insanlığın gitmediği yerler varken bile hal böyleyken, bizim küçücük ülkemizde bizden alınanın hayatımızda yaratacağı etkileri bir daha düşünmemiz ve çevreci/ilerici örgütlerin mücadelelerine omuz vermek gerekmektedir. Bunun en son örneği dibimize yapılmakta olan Mersin Akkuyu Nükleer Santrali’dir. Santralin 2023 yılında (yani yaklaşık beş yıl içinde) aktif hale gelmesi planlanmaktadır. Nükleer bir kazanın yaratacağı felaketleri bir yana bırakırsak, normal işleyiş içinde ortaya çıkacak nükleer atıkların ne yapılacağı halen cevaplanmayı beklemektedir. İşte size hayatımızı bire bir etkileyecek bir süreç, işte size bir mücadele alanı.
Tabii ki Louv’un sistem içi önerilerini değersiz görmek ona yapılacak en büyük haksızlıktır. O bize yaşadığımız en büyük sorunlardan birini göstermeye çalışmakta, atılacak adımları bizi motive etmek adına gerçekliğe en yakın şekilde tarif etmektedir. Bu nedenle Doğadaki Son Çocuk daha ileri ve belki de daha radikal bakış açısına sahip okumalar için çok iyi bir başlangıç noktasıdır. Yazımızı yazardan bir alıntıyla sonlandıralım:
“Belki de gençler gelecekte kendi amaçlarını bu (doğaya dönüş) davanın içinde bulacaklar ve mesleki becerilerini buna adayacaklar. Yalnızca bir ideoloji ya da hatta bir hayatta kalma meselesi olarak değil, kendilerinin ve çocuklarının (ve hatta hızlı hareet edersek aramızda birçok kişinin) günün birinde paylaşabilecekleri o büyük sevinci gördükleri için.”