“Galini (Ömerli) köyünden Panayota Hrisantu anlatıyor...”
KIBRIS’TAN HATIRALAR...
“Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’ın Hikayeleri” sayfasını yaratan akademisyen-yazar-grafik sanatçısı değerli arkadaşımız, Avustralya’dan Konstantinos Emmanuelle, sayfasında güzel bir öykü paylaştı yine... Galinili (şimdiki adı Ömerli) Panayota Hrisantu’nun öyküsü...
Panayota Hanım’ın öyküsünü, Piskobu’dan arkeolog Elisavet Stefani kaleme almış. Biz de bu güzel öyküyü okurlarımız için özetle Türkçeleştirdik... “Tales of Cyprus”ta yayımlanan, Elisavet Stefani’nin kaleme aldığı Panayota Hrisantu’nun öyküsü şöyle:
*** Panayota Hrisantu, 1925 yılında Ksero yakınlarındaki Galini köyünde dünyaya gelmişti (şimdiki adı Ömerli). Babası Hrisantos’un annesi küçük yaşta vefat edince, adama Hrisantos Orfanos denmeye başlanmış (Orfanos, Yetim demek... S.U.)
*** Panayota’nın annesi beş çocuk doğurmuş. En büyük çocuk Evangelia, sonra Yannis, sonra Humbi dünyaya gelmiş – o üç yaşında dizanteriden vefat etmiş. Sonra Panayota doğmuş ve en sonunda yine Humbi diye isim koydukları bir oğlan çocuğu daha doğurmuş... Panayota Hanım, “O günlerde köyümüzde doktor yoktu... O nedenle pek çok bebek ve küçük çocuk ölüyordu. Doktorlar hep Lefkoşa’daydı... Oysa köyümüzden eşekle Lefkoşa’ya gitmek ve doktora ulaşmak üç-dört gün alırdı. Zaten o zamana kadar hasta bebek ölmüş olurdu...” diyor.
*** Panayota gözleri kapalı olarak dünyaya gelmiş ve annesi onun kör olmasından endişe ediyormuş... Ancak Panayota’ya göre bir mucize olmuş ve gözleri açılmış. Annesi rüyasında Apostol Andrea’yı görmüş ve bu aziz annesine “Kızını benim kiliseme götür sen, söz veririm ki gözleri açılacak” demiş. Panayota’nın annesi uyanınca, “Söz veriyorum Apostol Andrea, senin kilisene getirip ikonunu kızına öptüreceğim, lütfen bebeğimin gözleri görsün” demiş. Sonra onu emzirmeye başlamış ve Panayota’nın gözleri açılmış ve görmeye başlamış...
*** 1932 yılında Panayota henüz yedi yaşındayken İngiliz sömürge yönetiminin köylülerin ürettiği herşeyin yüzde onunu aldıklarını hatırlıyor... “Eğer 100 torba buğday ya da arpa üretmişseniz, bunun on torbasını İngilizler alırdı. 100 hayvanınız varsa, onunu alırlardı. O günlerde böyleydi... O günlerde hükümet adamlarının köyümüze gelip teneke bir kapla arpayı ve buğdayı ölçtüklerini hatırlarım. İki teneke dolusu tahıl, bir kiloya eşitti. Buğdayın, arpadan daha ağır olduğunu hatırlarım. 1935 yılında bundan vazgeçilmişti artık...”
*** 1930’lu yıllarda pek çok köy çocuğu gibi Panayota da on yaşındayken okulu terkederek ailesinin çiftliğinde geçincelerine yardım etmek zorunda kalmıştı. Erkek kardeşiyle birlikte keçilere bakacaklardı...
*** “Gerçeği söylemek gerekirse, annem beni okula göndermeyi hiç istemediydi. Her zaman evde kalıp keçilere bakmamı ve hellim yapmayı öğrenmemi isterdi. O zamanlar insanlar çok fakirdi ve şimdi olduğu gibi eğitime o kadar değer vermiyorlardı. Hayatta kalabilmek için elinizden gelen herşeyi yapmak zorundaydınız” diye anlatıyor.
*** 22 yaşındayken Panayota keçi çobanlığından vazgeçip pek çok diğer köylüsü gibi, köy yakınlarında yapılmakta olan bir baraj inşaatında çalışmaya gitmişti. O günlerde bu barajın yapımını İngiliz Hükümeti sağğlamaktaydı. Haftada onyedi “bakires” yani onyedi kuruş ödenmekteydi. Sonraları yeni yolların yapımında da çalışacaktı. Ancak bir iş kazasında bacağı kırılınca, yol inşaatlarında çalışmaktan tamamen vazgeçmeye karar verecekti...
*** Kıbrıslıtürk komşularıyla ilişkilerini sorduğumuz Panayota hanım ellerini çırpıp gülümsüyor... 1950’li yıllarda Ambeligu köyünden bir Kıbrıslıtürk’ten söz ediyor... Bu adamın gaminileri varmış ve gaminilerin büyük bacaları varmış, yerli ahali gidip onun için çalışarak kireç üretiyormuş...
*** “Bu gaminiler köyümüzden dört ya da beş mil kadar uzaktaydı ve işçiler oraya yaya olarak giderdi... Her zaman Kıbrıslıtürk komşularımızla çok iyi geçinirdik... Alçı üretiminde çalışanlara günde dört çilin verilirdi ancak bu aşırı sıcakta yapılan pis bir işti... O gaminilerden çıkardığınız kireçten elleriniz yanabilirdi...”
*** Panayota’ya göre ailesi eti haftada bir yermiş, o da çoğunlukla tavuk olurmuş... Bir domuzları varmış ki onu sene boyunca şişmanlatırlar ve Noel zamanı da kesip yerlermiş...
*** “Annem Omorfo’daki panayıra giderdi Mart ayında ve iki liraya küçük bir domuzcuk satın alırdı. Bu domuzcuğa incir yedirirdik, yulaf yedirirdik, un ve suyla beslerdik ki şişmanlasın. Domuzlar incir yemeyi çok sever ve hızla şişmanlarlar... Bir domuzdan sosis yapardık, lunza yapardık, basta (kurutulmuş domuz) yapardık. Annem domuz etini şaraba batırır, buna tuz ekler ve güneşte kurumaya bırakırdı. Hiçbir şey boşa harcanmazdı... Kendi hellimimizi ve ekmeğimizi de kendimiz yapardık...”
*** Panayota sepet yapmayı annesini izleyerek öğrenmiş... Köyünden kadınlar buğday sapları kullanarak sepet yaparlarmış... “Hatırlarım da Haziran ayında erkekler bir eşeğin ya da öküzün döndürdüğü büyük bir taş değirmende erkekler buğdayı ezerlerdi... Biz çocuklar da buğdayın uzun saplarını toplardık, sepet yapmak için. “Gambo dis Çakistras” denen pazara sepetlerimizi götürür ve bunları kuru üzüm veya üzüm sucuğuyla değiş tokuş ederdik. Hatta öğrenci kızlar için hasır şapkalar da örerdik...
*** Panayota’ya neden hiç evlenmediğini soruyoruz, o da kendisini dövüp kötü davranacak bir erkeğin payına düşmesinden korkmuş olduğunu anlatıyor. Çünkü kızkardeşi Evangelia, kocasının zulmünden çok çekmiş ve kendisi de aynı kaderi paylaşmak istememiş... “O günlerde benimle evlenmek isteyecek çok sayıda erkek vardı fakat ben asla evlenmemeyi aklıma koymuştum. Kendi kendime ya eniştem gibi birine rastlarsam ve sürekli beni döverse diye soruyordum. Ya çocuklarımız olursa ve onu terketmek zorunda kalırsaydım, halimiz ne olacaktı. Hayır, asla evlenmemeye karar vermiştim. Ve bundan pişman da değilim! İyi bir hayat yaşadım! Çok şükür her zaman kendime bakacak param da oldu, annele babama ve kızkardeşim ile küçük erkek kardeşimi de geçindirebildim. Çok şanslıydım ki annemle babam evlenmem için bana baskı yapmadı. Benim kararımı kabul ettiler. Bekar olmakta yanlış bir şey yok. Ne de olmasa pek çok kadın hiç evlenmemiş, kendilerini dine adamışlar ve azize olmuşlar... Evlenmemişler ve azize olmuşlar...”
*** 1974 yılında Panayota savaştan ötürü göçmen oldu ve Leymosun’da Piskobu’ya yerleşmek durumunda kaldı. Ertesi sene 50 yaşında iken Amatus bölgesinde çeşitli arkeolojik alanlarda çalışmaya başlamıştı, bunu Eski Eserler Dairesi yürütmekteydi. Panayota çok çalışkan bir kadındı ve herkes ona hangi alet verilirse verilsin bunları çok iyi kullanma gücüne ve yeteneğine sahip olmasına şaşmaktaydı. Başka kadınlar yalnızca çıkan toprakları elerken, Panayota toprakları kürekle trençlerin dışına atıyordu... “Kazıların müdürü böylesi bir enerjiye sahip bir kadınla karşılaşmış olmaktan şaşkındı ve bana madenlerde çalışıp çalışmadığımı sormuştu çünkü küreği tutuş şeklime hayran kalmıştı...”
*** Panayota karşısına ne engel çıkarsa çıksın, bunları aşmak üzere gerçek bir mücadeleciydi... Hiçbir zaman boş oturmuyor, her zaman başkalarına yardım ediyordu... Hasat zamanlarında tarlalarda çalışmaya devam ediyordu, oysa onun yaşındaki pek çok kadın ev dışında çalışmaktan çoktan vazgeçmişlerdi...
*** Piskobu’daki evinin küçük bahçesine iki tane fırın inşa etti bizzat, keçi yetiştirmeye ve onların sütünden hellim ve tarana yapmaya devam etti. Sepet örmeye devam etti, zeytin ağaçları ekip kendi yapını çıkardı. Altmışlı yıllarında olan göçmen bir kadın olarak yapıyordu bunları. Tümüyle kendi kendine yeten bir insandı...
*** 1997 yılında Panayota 72 yaşındayken gözlerine inen kataraktlardan ötürü kör oldu... Bunun “Tanrı’nın isteği” olduğuna inanarak hiç tınmadan gündelik işlerini kolaylıkla ve hiç şikayet etmeden yapmaya devam etti.
*** Bu sayfaya aldığımız fotoğrafları Elisavet çekti... Ne yazık ki Panayota’nın eski aile fotoğrafları yok... 1974’te köyünden kaçmaya zorlanınca, resimler orada kalmış geride...
*** Röportaj esnasında Panayota zaman zaman durup büyük bir netlik ve kolaylıkla şiirler okumaktaydı... Belleği gayet netti, hala çok zekiydi ve herşeyi de çok iyi hatırlıyordu...
*** Ben de Panayota Hrisantu gibi pek çok Kıbrıslı tanıdım, onlar türlerinin son örnekleridir ve bir daha bu tür insanlar göremeyeceğimize inanıyorum... Onların fedakarlıkları ve onurları yüreğime dokanıyor... Güçlü karakterleri ve zorlukları yenmekteki kararlılıkları beni şaşırtıyor... Kaderlerini şikayet etmeden kabullenmeleri ve bununla büyük bir incelik ve alçakgönüllülükle başetmeleri karşısında şaşkına dönüyorum... Onlara hayranım...
*** “Tales of Cyprus” için Panayota Hrisantu ile röportaj yapan Elisavet Stefani’ye teşekkür ediyorum... Lütfen güzel komşuna en iyi dileklerimizi ve sıcak selamlarımızı ilet...
(TALES OF CYPRUS’tan özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
Androliku köyü yıkıntılar içinde...
Terkedilmiş bir Kıbrıslıtürk köyünden resimler...
Değerli arkadaşımız Andreas Evlavis, terkedilmiş bir Kıbrıslıtürk köyü olan Androliku’dan resim çekerek bunları bizlerle paylaştı...
“Zamanın insafına terkedilmiş bir Kıbrıslıtürk köyü” diyerek bu resimleri yayımlayan Andreas Evlavis’e teşekkür ediyoruz...
Androliku köyü (Gündoğdu) Baf’ta, Poli Hirsofu’nun beş kilometre kadar güneybatısında bulunuyor... 1974’te nüfusu 500 civarında imiş...
Wikipedia’ya göre Ekim 1974’te köyün erkekleri tutuklanarak Yeroşibu’daki esir kampına gönderilmiş, diğer köylüler de gizlice kuzeye geçmeye çalışmış... Geriye kalan 248 kişi ise BM Barış Gücü eşliğinde Ağustos 1975’te Türk tarafına geçmiş... Köyde kalan tek çift bir Kıbrıslıtürk olan Hasan’la evlenmiş olduğu Hambu idi... Köy tamamen boşaltılmış ve Androlikulu Kıbrıslıtürkler, daha çok Mirtu’ya (Çamlıbel) yerleştirilmişti 1974 sonrasında...