'Gavur' ve 'Türk Tohumu' Rumlar!...
GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA DÜNYADA NELER YAPILIYOR?
GAZETE DUVAR
“Tüm bu çalışmalar ışığında, Rumlarla ilgili bir kitap Ocak ayı içinde yayımlandı: ‘Rum Olmak, Rum Kalmak’. Kitapta Rumlar hakkında ezbere bildiğimiz birçok şeyi apaçık ifşa edilerek, önyargılarımızı şiddetle sarsıyor. Gerçekte yüzleşmediğimiz ve deneyimlemediğimiz azınlık olgusunu tüm hatlarıyla sunuyor…”
“Ermeni çalışmalarından sonra Rumlar da toplumda görünür olmaya başladı. Bu kitapla, Rumların geçmiş ve bugün neler yaşadıklarını hem öğrenerek hem de üzülerek okuyacaksınız…”
Efe Beşler
Rum’un anlamı nedir? Kime denir? Rumlar hakkında ne biliyoruz? Hem Türkiye’de hem de Yunanistan’da yaşadıkları sıkıntılar üzerine hiç düşündük mü? ‘Biz ve Öteki’ olma halinin getirdiği çekişmenin sonucunda Rumlar kendilerini nasıl görüyorlar? Yunanistan’da Rum olmak nasıl bir duygu? Rumlar hakkında o kadar çok soru türetebiliriz ki ‘öteki’ olma halinin ne kadar can sıkıcı ve iç bunaltıcı bir şey olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Hatta bir örnek vermek gerekirse, Elefteria’nın okul hatırası ‘azınlık’ kavramını açıklamakta çok çarpıcı bir etki yapıyor.
Elefteria, “Türkiye’nin büyük bir kısmı özellikle İstanbul’da yaşamayanlar, Türkiye’de azınlık yaşadığını, ya da Hıristiyan yaşadığını bilmiyorlar. Bir kız sınıfta Rum olduğumu öğrendiğinde şeytanı kovma hareketi yaptı” diyor. Bu örnekten yola çıkılınca, ‘azınlık’ olmanın ağır bir yük olduğunu hissedebiliyoruz.
Ki bugüne kadar ‘azınlıklar’ deyince akla ilk gelen Ermeniler oluyordu. Ardından Yahudi, Rum, Süryani ve Keldaniler vb peşi kez sıralanıyordu. Genelde azınlıklar ile ilgili çalışmalara bakınca ağırlıklı olarak Ermenilerin yaşadıkları felaketin izleri daha açık görülüyor ve tartışılıyor. Muhakkak ki, 1915 etkisi yüzünden Ermeniler seslerini daha fazla çıkarmak için çabalıyor, ‘bu topraklarda bizler de vardık’ diyorlar. Bu nedenle, dertlerini ‘Türk’ toplumuna anlatmak için her türlü mecrayı kullanmaya çalışıyorlar.
Ermenilerin aksine Rumlar daha sessiz ve arka planda kalıyor, yapılan çalışmalar da haliyle sınırlı oluyor. Son dönemlerde yavaş yavaş Rumlar hakkında araştırmalar yapılmaya, kitaplar basılmaya, makaleler yazılmaya başlandı. Tüm bunlar aslında toplum olarak ‘azınlıklara’ bakış açımızın ne kadar sorunlu ve bilgiden eksik olduğunu da göstermesi açısından faydalı denebilir.
Tüm bu çalışmalar ışığında, Rumlarla ilgili bir kitap Ocak ayı içinde yayımlandı. Tam da Rumlar ve yaşamları hakkında detaylı bilgi edinmek için önerebileceğim bir kitap ‘Rum Olmak, Rum Kalmak’. Değerli bilim insanlarının makaleleri ve yaptıkları söyleşilerden oluşan kitapta Rumlar hakkında ezbere bildiğimiz birçok şeyi apaçık ifşa edilerek, önyargılarımızı şiddetle sarsıyor. Gerçekte yüzleşmediğimiz ve deneyimlemediğimiz azınlık olgusunu tüm hatlarıyla sunuyor. İstos Yayın tarafından yayımlanan ‘Rum Olmak, Rum Kalmak’ kitabına biraz detaylıca bakalım.
Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Hakan Yücel’in derlediği kitaba birçok değerli araştırmacı katkıda bulunmuş. Rumlar hakkında araştırmalar yapan Samim Akgönül, Birol Caymaz, Duygu Çanakçı, Yorgos Katsanos, Hasan Münüsoğlu, Elçin Macar, Ceren Sözeri, Süheyla Yıldız, Umur Yedikardeş ve Hakan Yücel makaleleriyle bu kitabın oluşmasına katkıda bulunmuş.
Kitapta Rumlar iki bölümde anlatılıyor. İlk önce ‘Rum ne demek’, ‘Rum kime denir’ ve konunun tarihsel perspektif ile başladıktan sonra, Türkiye ve Yunanistan’daki Rum nüfusunun Kıbrıs meselesinden sonraki dönemde yaşadığı acıya ve iki arada bir derede kalmış Rumlara odaklanıyor. Bu odaklanmanın ana nüvesini 1964 Sürgünü ve sonrasında yaşanılan değişiklikler oluşturuyor.
İkinci bölümde daha çok tanıklıklara, kişisel yaşanmışlıklara ve Rum gazetesine odaklanıyor. Birinci ile ikinci ve üçüncü kuşaklar arasındaki farkı ortaya koyarken, yapılan söyleşilerle ‘Rum’ olma halinin hem Türkiye’de hem de Yunanistan’daki izdüşümünü çarpıcı şekilde anlatıyor.
ÖTEKİ RUMLAR
Öncelikle Samim Akgönül, Rumlar hakkında oldukça kapsamlı tarihsel bir perspektif sunuyor. Tarih yazımı genelde ulus-devletler tarafından yapıldığı için, ‘biz’ dışında kalanlar, ‘öteki’ kavramını kolayca alabiliyorlar. Hatta nefret söylemine kadar uzanabiliyor bu dil. Yani bugünlerde de sıkça duyduğumuz ‘biz’ kavramının karşına ‘öteki’ olma halini çıkarıyor. Bu tariften yola çıkarak, Rum teriminin çeşitli kulanım şekillerini ortaya döküyor Akgönül. Mesela, Grek, Helen, Bizanslı, Ortodoks, Yunan ve Rum terimlerini kullanışa göre tek tek, tane tane açıklıyor. Rum’un aslında ‘Romalı’ demek olduğunu öğreniyoruz.
Bu bilgiye ek olarak, satır aralarından Bizans’ın da kendini ‘Doğu Roma İmparatorluğu’ olarak adlandırdığını okuyoruz. Hatta çok ilginç ve çoğunlukla da bilmediğimiz bilgileri arkasından sunuyor. Mesela Milli Tarih yazımına göre ‘Anadolu Selçuklu Devleti’nin isminin aslında ‘Rum Selçuklu Devleti’ olduğunu, Osmanlı padişahlarına 2. Mehmet’ten itibaren ‘Kayzer-i Rum’, yani ‘Roma İmparatoru’ denildiğini öğreniyoruz.
Tüm bunlar bize tarih yazımının ‘Türkleşme’ üzerine yapıldığına dair kanıtlar sunuyor. Hakikat günün uygun ve kullanışlı şartlarına göre eğilip bükülerek, başka bir tarihin var olduğuna inandırılmaya çalışılıyor. Genel olarak Rumların kimlik ve tarihsel perspektifinin sunulmasının ardından, Türkiye Cumhuriyeti, Yunan milliyetçiliğinin de etkisiyle Kıbrıs meselesi bağlamında 1964 Sürgünü ve sonrası ile devam ediyor.
‘TOPTANCI KASAPLAR RUM KASAPLARA ET VERMEDİ’
Rumların nüfusunun bugün 2000’li rakamlarda olmasının önemli mihenk taşı ise 1964 Sürgünleri denebilir. Bu sürgün 12000 civarında Yunanistanlı Rum’un yanlarına 20 kilo eşya ve 20 dolar alınmasına izin verilerek (20 Kilo 20 Dolar) sınır dışı edilmesi olayını anlatıyor. Esasında 12000 insan devlet tarafından resmi olarak belirlenmesine rağmen, kitapta 30000 civarında insanın bu sürgünden sonra Türkiye’den göçtüğünü belirtiyor. Öncesinde özellikle ‘gayrimüslim’ halka uygulanan Yirmi Kur’a İhtiyatlar Olayı, Varlık Vergisi, ardından Kıbrıs meselesiyle alevlenen 6-7 Eylül 1955 Pogromu Rumları Türkiye’den kaçırmamış, hatta Rum Halkı sıkı sıkıya doğduğu topraklara sarılmış, sahiplenmiş. Fakat 1964 Sürgünü ile Rum nüfusu 1955’de 105000 iken, 1975 yılına gelindiğinde 5000 kişiye kadar düşmüş.
Ceren Sözeri de Kıbrıs meselesini 1964 Sürgünü üzerinden basının gözüyle inceliyor. Bu dönemde gazetelerin yaklaşımlarını çıkararak, Rumların Türk basınında nasıl gösterildiğini ortaya koyuyor. Özellikle 1964 yılındaki ana akım gazetelerin bugün de olduğu gibi, milliyetçi ve ırkçı saiklerle haberlerini yaptıklarını anlatıyor Sözeri. Gazete kupürlerinden tek tek örneklerle ortaya koyuyor, Türk basınında Rum kimliğinin nasıl yansıtıldığına odaklanıyor. Hatta tehdit içeren söylemleri analiz ediyor.
Mesela bunlardan birkaçını belirtmek gerekirse, 16 Nisan 1964 Milliyet Gazetesi’nden “Türklüğü benimsemeyen Rumlara karşı alış-veriş boykotu başladı.” haberi gösterilebilir. Ya da Akşam Gazetesi’nin “Toptancı kasaplar Rum Kasaplara et vermedi” gibi örnekler okunabilir. O dönemin gazeteleri incelendiğinde Rumların hep hain veya kötü karakterler olduğu resmedilmiş.
Sözeri tarafından analiz edilen gazetelerin içinden özellikle Hürriyet, Akşam ve Milliyet milliyetçiliğin başını çekiyor. Bu gazeteler Kıbrıs meselesini araçsallaştırarak Türkiye’de yaşayan Rumların uğradığı ırkçı söylem ve saldırılara değinmiyorlar, görmek istemiyorlar. Tek taraflı bakış açısıyla yurttaşın yerine sadece devletin çıkarlarını kollayan bir anlayışla gazeteler hazırlanıyor. Ceren Sözeri makalesinde, Akşam, Hürriyet ve Milliyetin aksine Cumhuriyet gazetesinin biraz daha nötr bir yerden olaylara baktığını, daha çok haber odaklı bir yaklaşıma odaklandığını söylüyor. Günümüz basının durumuyla da ilintili olgusal bir bağlam da sunuyor aslında. Sadece geçmiş ile günümüzün farkı kimliklerde yatıyor.
Kitap, tarihsel perspektif, 1964 Sürgünü ve dönemin basınını incelerken, kişisel olarak Rumların yaşadığı tecrübelere değinerek devam ediyor. Tanıkların ağzından yaşananları çarpıcı bir şekilde resmedilirken, herhangi biri empati kurarsa ‘öteki’ olarak hissetmelerinin doğal olduğunu da anlayabilir. Türkiye’de kalan bir avuç Rum geçmişe döndüklerinde genelde acı hatıralarla karşılaşıyorlar. 65 yaşındaki Rum Niko 1955 olaylarını şöyle anlatıyor: “Korkunç bir geceydi. Yani benim o çocuk aklımla da olsa hatırlıyorum. Topluca bütün ev, en üst katta bir balkon vardı, oraya çıktık. Bütün komşular orada toplandık, korkudan bütün ışıkları söndürdük” diyerek korkusunu anlatıyor.
32 yaşındaki Sandra da, “Her Türk vatandaşına uygulanılan prosedür uygulanıyor. Ama ismimizi söylediğimiz zaman bazıları eğer bir de gözlükleri varsa gözlüklerinin üzerinden bakışlarını şöyle bir kaldırıp dik dik bakıyorlar; ama ondan sonra gerekli işlemler yapılıyor. Yani psikolojik bir baskıyı o bakışlardan hissedebiliyorsunuz…” diyerek yaşadığı ‘öteki’ olma halini farklı bir açıdan anlatıyor. Rumlar, 2000’li yıllardan sonra başlayan Avrupa Birliği kriterlerinin uygulanmasıyla biraz daha rahat ettiklerini belirtmeden de geçemiyorlar.
‘TÜRKLER İÇİN BİZ GAVUR İDİK, YUNANLILAR İÇİNDE TURKOSPOROS’
Türkiye’deki Rumlar bu tip engellerle karşılaşırken acaba Yunanistan, Atina’daki Rumlar nasıl engellerle karşılaşmışlar? Türkiye’deki ‘öteki’ olma hali Yunanistan’da da benzer bir süreç içinde ilerlemiş. 1964 Sürgünü ile gelenlerin çoğunluğu yaşama adapte olmak için çok büyük gayret sarf etmişler. Yunan devleti kollarını açıp ‘soydaşlarımız geldi’ diye sıcak karşılamamış Türkiye’den gelen Rumları. Örneğin Karaman Hıristiyanları kendilerini bir anda Yunanistan’da bulmuşlar. İş bulmak, dile ve lehçeye alışmak, yaşama ayak uydurabilmek ve ötekileştirilmeden yaşamak için mücadele etmişler. Ayakta zor da olsa kalabilmişler. Mesela 69 yaşındaki Nikos Yunanistan’da Rum olmayı şöyle tarfi ediyor: “Türkler için biz gavur idik, Yunanlılar için de Turkosporos (Türk tohumu).
Hem orda hem burada kabullenilmedik.”, 67 yaşındaki İrini de benzer şeyleri söyleyerek, “Burada Türk tohumuyuz, Turkos’uz, İstanbul’da da gavur idik! Bizi burada sevmediler, bizi dost gibi görmediler. Biz buraya geldiğimizde, Yunanlılar zannediyorlardı ki biz onların işlerini alacağız, evlerini alacağız” diye anlatıyor. Böyle bir iklimde onlar da kendi yaşam biçimlerini bir şekilde kabul ettirebilmişler. Hatta Atina’da İstanbul’a benzer mekanlarda kalmışlar, Türkiye’deki dizileri seyredip, mutfaklarını olduğu gibi taşımışlar.
Mutfak kültürü üzerinden kendi kimliklerini korumayı başarabilmişler. Özellikle de ‘Politiki Kuzina’ adlı film bu anlamda Rum kimliğini anlatan en iyi örneklerden biri.
Sonuç olarak, Türkiye’de ‘gayrimüslim’ olarak adlandırılan kimlikler ulus-devlet kıskacında kalarak kendilerini ifade edecek mekan bulmalarına engel olunmuş. Dünyanın küreselleşmesi ve Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle gelişen kimlik hareketleri, Türkiye’ye de sirayet etmiş durumda. Bir taraftan Kürtlerin kendi kimlik mücadeleleri, diğer taraftan Ermenilerin 1915’i anlatma çabası ile Türkiye’deki kimlik siyaseti oldukça etkili boyutlara geldi.
Tüm bu mücadelelerin birbirine değdiği, zemini sarstığı için, Rumlar da yavaş yavaş sessizliğe gömüldükleri yerlerden çıkmaya başladı. Artık Rumlarla ilgili daha fazla kitap yazılıyor, daha fazla sergi açılıyor, söyleşiler yapılıyor. Tüm bunların ışığında ‘Rum Olmak, Rum Kalmak’ kitabı bizlere çok önemli bir yol gösteriyor: ‘Ötekileştirmemek’…