Tacan Reynar

Tacan Reynar

GAZETECİ

A+A-

Bir kurşun kalem, üç parça kağıt, bir makas.

Hafifçe dokunur kağıda kalem, “Ana”yazar. Sonra “yasa”. Anayasa’nın birinci maddesinin tüm harflerini, aralarındaki boşlukları bir tamam bırakarak yazar. “Hu” gülümsüyor, “huk” yazıyor, hukuk devleti. Şu herkesin hukukla bağlı olduğu, idarenin de her türlü karar, işlem ve eyleminin mevzuata bağlı olması gerektiği rejimi. “Üstünlüğü” diye sıralıyor, hatta “sosyal devlet” ve hiç inanmayacaksınız “insan hakları” yazıyor. Tam o anda hop! masaya bir taş düşüyor. Kocaman, şöyle irisinden, kaldırım taşı olsa gerek. Kağıda kalemini dokunduran yazar irkiliyor, bu da nereden geldi diye etrafına bakınıyor, fail bulunamıyor. İyi ki kafama gelmedi de şu camı kırdı sadece diyor. Kaldığı yerden yazmaya devam ediyor.

Altını çizmelik bir madde bulmuş şimdi yazar, kırmızı çizgi: “Basın özgürlüğü”. Hukuk başlangıcı dersinde bir hocasının tüm sınıfa dönüp, şu maddeleri ezberlemenize gerek yok, zaten kitaplarda yazıyor, siz kullanmayı öğrenin sadece dediğini anımsıyor. Sonrasında ise yasalarda yazınca bir şeyin varola gelmediğini, o madde hayata geçmedikçe bir kağıda yazılan birkaç kelimeden başka bişey olmadığını, olsa olsa kağıt ve mürekkep israfı olduğunu söylediğini de hatırlıyor. Bir sırıtma şimdi yüzünde yazarın. Basın özgür-lü-ğü öyle mi? Kaç parçaya ayırmalı ki anlaşılsın değeri, kaç harfi bu coğrafyanın kaç köşesine fırlatmalı? Yazar eline almışken makası kesmek için bu kelimeleri, televizyonda son dakika haberleri... “Gazetecilere müebbet hapis cezası istinaf mahkemesi tarafından onandı” diye haber geçiyor ekrandaki spiker. Gerçek hayat. Gözleri fal taşı gibi açılmış bizim yazarın, bu kadar da olamaz! Ama olur işte, nafile. Ekranı kapatıp önündeki makaleyi yazmaya devam ediyor.

Anayasa’da “can” ve “mal” güvenliği diye okuduğu maddeleri hızlı geçiyor. Geliyor “vücut bütünlüğü hakkı”na. Dalıyor ve gidiyor uzaklara ve tam da o anda bir ses duyuluyor kulakları sağır eden. Parça pinçik eden bir ses, kapılar, pencereler, arabalar, insanlar... Toz ve duman arasında kalemini arıyor.

Gözünü kapatıp tekrar açıyor, olsa olsa bir rüyadır diye, kulakları hazır sağır olmuşken bulduğu kırık kalemiyle yazmaya devam ediyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü tarafından açıklanan rapora göz gezdiriyor: Gazeteciler için dünyanın en büyük hapishanesi. Son otuz yılın en kötü basın özgürlüğü dönemini yaşayan bir ülkenin yanı başında yaşıyor olmaktan, aynı dilin kelimelerini buraya yazıyor olmaktan dolayı içini bir hüzün kaplıyor. Kendi meslektaşları farklı siyasi görüşlerde olsalar bile, demokrasi bu değil midir sahi?, onlar şimdi içerideyken kendini düşünüyor. Keşke bişeyler yazsaydım zamanında, imdat! diye bağıran meslektaşıma sırtımı dönmeseydim. 

Keşke. 

Şimdi yazar kaç kelime daha yazarsa suç olacağını bilmeden yine de yazmaya devam ediyor. Kelime sınırına yaklaşıyor. Tam o anda kör bir kurşun sekip önündeki kağıdı vuruyor. “Can” kelimesinin olduğu yerde bir kurşun deliği, dumanı üstünde, tütüyor. Sivas geliyor gözlerinin önüne, dumanlar yükseliyor, kulakları hâlen sağır, gözlerinden yaşlar akıyor.

Tutuyor kalemi şimdi daha bir inançla yine yazıyor. Gözleri o anda makasın altında duran gazeteye ilişiyor. Bir gazeteci AB üyesi ülkede tecavüz edilerek öldürülmüş. Halen soruşturma sürüyor. Midesi bulanıyor yazarın, gazeteyi çöpe atıyor. Gözleri yolda turuncu ışıklarıyla dolaşan çöp kamyonuna takılıyor. Sokakta bulunan evlerin önünde komşularının yüzlerce kitabı, gazeteyi ve dergiyi kaldırımlara bir yığın halinde bıraktığını görüyor. İrkiliyor. Az önce attığı gazeteyi çöpten hızlıca alıp sağ tarafına koyuyor. Ne oluyor bu ülkeye? Ben neden fark etmedim diye hayıflanıyor.

İnternete kısıtlama ve sansür başlamış. Wikipedia’ya giremiyor. Oldu olacak sosyal medyayı da kapatsınlar diye söylenirken internette gazetecilere eleştiri yağmuru var: “Bu kadar da özgürlük olmaz”, “Bu etik değil” “taşlamakla kalmasalardı, yaksalardı keşke” diye yazan beyinleri okuyor. Tam o esnada...

Tam o esnada yine bir hareketlenme, kafasına demir bir boru geliyor, ardından cam parçaları her yerde, açılıp kapanan kapılar, karanlığa bürünen sokak, masadan doğruluyor, ellerini kafasına götürüyor, sıcaklık hissediyor...

Sus, onun özgürlüğü yok, bu kadar da olmaz diyen meslektaşları geliyor gözünün önüne, daha geçen gün meyhanede tartışmışlardı. Biliyordu oysa hangisinin kimin örtülü ödeneğinden beslendiğini, hangi kalemi kimin için oynattığını. 

Karanlık sokakta yanan bir tek sokak lambasının titrek ışığında, etraf karanlığa kesmişken, gazeteci en yakın arkadaşını görüyor, pinhan değil, ayan işte: Elleri kelepçeli götürülüyor. 

Etrafta kimse yok, bizden biri yok. Ama şu duvarın ardında bizleri gözetleyen gözler var. Görmüyor musun?

Kapı vuruyor. Tak tak tak. Üç kez. Ayağa kalk. Ellerini uzat. 

Sen dün sustuğun için şimdi ben o duvarların ardına gidiyorum. 

Merak etme yarın yalnız değilsin, özgürlüğün sustuğu vakit, burada, hep birlikte seni bekliyor olacağız. Ama unutma, o vakit, elinde ne kağıt, ne kalem, ne de boşlukları kesecek makas olacak.

Kelimelerin anlamını sen iyi bilirsin: Anlamlar kelimelerin arasındaki boşluklarda saklıdır. Sen başka boşluklarda yer arama kendine, saklanma, kaybolma, susma, gözlerini kapama, bak!

Tak tak tak.

 

Bu yazı toplam 3349 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar