1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Geç Kalmış Bir Kitap Değerlendirmesi: Eşikteki Meseleler
Geç Kalmış Bir Kitap Değerlendirmesi: Eşikteki Meseleler

Geç Kalmış Bir Kitap Değerlendirmesi: Eşikteki Meseleler

Mete Hatay’ın, Eşikten Meseleleri’ni hemen alıp okumama rağmen, kitapla ilgili bir değerlendirmeyi kaleme almayı ancak başarabildim. Bunun bir nedeni, Mete Hatay’ın, kitabın “Girizgâh” kısmında yer alan sözlerinin etkisiydi

A+A-

 

     Ali Dayıoğlu

[email protected]

 

Mete Hatay’ın üç-dört ay kadar önce yayınlanmış Eşikten Meseleleri’ni hemen alıp okumama rağmen, kitapla ilgili bir değerlendirmeyi kaleme almayı ancak başarabildim. Bunun bir nedeni, Mete Hatay’ın, kitabın “Girizgâh” kısmında yer alan sözlerinin etkisiydi: “İnsanın aynı, hep aynı şeylerle ilgilenmesi, aynı hep aynı şeyleri okuması, aynı hep aynı şeyleri yazması, hep aynı kalması ne acıdır…”  Önemli bir gerçeğe işaret eden ve birçoğumuzun içinde bulunduğu durumu anlatan bu sözler üzerine epeyce düşündüm. Daha da ötesi, bu saptamalar bağlamında bir makale yazmayı da planladım. Bununla birlikte, bu sözlere ‘ev sahipliği’ yapmış Eşikteki Meseleler’le ilgili düşüncelerimi aktarmadan böyle bir çalışma yapmam halinde kitaba haksızlık edeceğimi düşündüm ve en nihayetinde ‘geç olsun da güç olmasın’ diyerek bu kısa değerlendirmeyi kaleme aldım. Şimdi gelin birlikte kitaba bir göz atalım…

Üç bölümden ve 24 makaleden oluşan kitap, Mete Hatay’ın Gazete 360’ta 2014-2015 yıllarında yayınlanan makalelerinin bir toplamı aslında. “Kalıcı Eşiksellik ve Kıbrıslı Türkler” başlıklı makaleyle başlayan kitap, “eşiksellik” ile “negatif eşiksellik” ve “pozitif eşiksellik” kavramlarını açıklayarak söze başlamaktadır. Buna göre eşiksellik, “bir toplumsal statüden diğerine geçerken iki toplumsal statü arasındaki eşikte statüsüz ve belirsiz kalmak” olarak tanımlanmakta ve özellikle 2004 Annan referandumları sonrasında Kıbrıslı Türklerin içinde bulunduğu durumu/ruh halini betimlemek için kullanılmaktadır.

2004’ten sonra Kıbrıslı Türklerin yaşadıklarını biliyoruz. Bu toplum, günün sonunda yeni bir aşamaya evrilemediğinden, yani “pozitif eşikselliğe” geçiş yapamadığından yeni bir statüye geçememiş yani “negatif eşiksellikte” kalmış ve bu durum bir anlamda kalıcılaşmıştır. Toplumu büyük bir belirsizlik içerisinde bırakan bu durumdan kurtarmanın bir formülü olarak Mete Hatay, makalenin sonunda şunu önermiştir: “… Bir hedef saptandıktan sonra ve hatta saptanmadan önce bile mevcut yapıları dönüştürerek çalışabilir hale getirmek, sahiplenerek ve toplumsal iç huzuru sağlayarak bu kalıcılaşmış eşiksellik halini nispeten sorunsuz bir halde aşmak mümkün olabilir”.  Böylece Hatay, bu yönde atılacak adımlarla mevcut olan olumsuz duruma son verilebileceğinin ve toplumun yeniden motive edilip “pozitif eşiksellik” aşamasına yönlendirilebileceğinin altını çizmektedir.

“Ya Memur Olurum ya da Göç Ederim” başlıklı ikinci makale, Kıbrıslı Türkler arasında mevcut bulunan “adada memur olmakla var olmanın örtüştüğü bir geleneğin [anlayışın]” bir asır kadar öncesine kadar uzandığını ortaya koymakta, dolayısıyla bu konuda bir arpa boyu kadar yol katedilmediğini vurgulamaktadır. “Sosyal Medya, Direniş ve Karnavalesk” başlığını taşıyan üçüncü makalede, Rus düşünür Mikhail Bakhtin’in düşünce dünyasına kazandırdığı “Karnaval” ve “Karnavalesk” (karnaval usulü) kavramları açıklanmakta, bu kavramların düşüncelerin serbestçe ifade edildiği ortamlara/platformlara gönderme yaptığı belirtilmektedir. Sosyal medyanın böyle bir işlev gördüğü vurgulanan makalede, bu medya türünün yurttaşlık kültürünü geliştiren ve siyasal katılımı artıran çok önemli bir işlev gördüğü gibi, mevcut başat değerlerin veya önyargılı/ayrımcı tutum ve davranışları besleyen bir ortam yaratabileceğine de dikkat çekilmektedir. Bununla birlikte, özellikle son dönemlerde tanık olduğumuz gibi, sosyal medyanın, Mete Hatay’ın Artun Avcı’dan alıntıladığı gibi, “hürmetkâr/lütufkâr demokrasiden katılımcı/müzakereci demokrasiye giden arayışta önemli bir unsur olduğunu” söylemek gerekmektedir.

Kitabın dört, beş ve altıncı makalelerini oluşturan “Vakıf Malları ve İki Rapor, “Taksim Tezinin İcadı!” ve “Kıbrıs Cumhuriyeti Bayrağı ve İngiliz Belgelerine Yansıması” başlıklı makalelerde Hatay, bu konularda bugüne kadar doğrulukları tartışmaksızın kabul edilen kimi tezleri elindeki belgelerle yeniden tartışmaya açmakta ve bizleri yeni bilgilerle buluşturmaktadır.

Eşikten Meseleleri’in bir sonraki makalesi olan “Çanakkale Savaşı, Alternatif Tarih ve Kıbrıslı Katırcılar”, Ayhan Aktar’ın Çanakkale Savaşlarını ele alan tarih yazımıyla ilgili saptamalarıyla başlamaktadır. Aktar’a göre 1930’lardan itibaren, Osmanlı’nın son zaferinin bilinçli bir şekilde Türkleştirilerek Osmanlı ordusu içindeki Türk ve Müslüman olmayan unsurlar yok sayılmış, ordudaki herkesin “safkan Türk” olduğu gösterilerek “şanlı Türk Ordusu” olgusu yaratılmak istenmiştir. Bununla birlikte Aktar, özellikle son yıllarda “Cumhuriyet döneminin şanlı Türk Ordusu anlatısının yerine küffara karşı direnen İslam Ordusu edebiyatını egemen kılınmaya çalışıldığını” savunmuştur. Bu noktada Aktar, son yıllarda Çanakkale Şehitliğine düzenlenen gezilerle burasının bir tür ‘Hac’ yerine dönüştürüldüğü ve yeniden kurgulanan kahramanlık hikâyelerinin derin bir İslami tonda anlatıldığı iddiasında bulunmuştur. Ülkemizden de her yıl çok sayıda öğrencinin götürüldüğü bu kamplara başta öğretmen sendikaları olmak üzere çeşitli çevrelerce tepki gösterilmesinin nedenlerine bu açıdan bakmak gerekmektedir. Hatırlanacağı üzere, öğrencilerin haremlik selamlık uygulamasına tabi tutuldukları, onlara Türkiye’deki mevcut iktidarın ve cumhurbaşkanının propagandası ile dinî propaganda yapıldığı, sorumlu öğretmenlerin bilgisi dışında öğrencilere vaaz ve seminerler verildiği iddiaları dile getirilmiştir. Bu hatırlatmayı yapıp makaleye dönersek, Hatay, makalenin devamında, Kıbrıs’ta toplanan ve “katırcılar” olarak adlandırılan Kıbrıslı paralı askerlerin hikâyesini anlatmakta, Kıbrıslı Rumların bir kısmının dinî ve milliyetçi duygularla İngiliz ordusuna katılırken, Kıbrıslı Türklerin tamamının ekonomik nedenlerle orduda yer aldıklarını, Kıbrıslı askerlerin üç yıl boyunca Çanakkale cephesinde ve Balkanlar’da savaştıklarını aktarmaktadır.

Kuzey Kıbrıs’taki azınlıkların çeşitli yönleriyle ele alındığı İkinci Bölüm’e, yani konuya özel ilgimden ötürü kitabın en sevdiğim bölümüne gelirsek, bu bölümün ilk iki makalesi (yeri gelmişken, bu bölümün ilk makalesini oluşturan “Ma Kimdir Bu Maronitler?”in  İçindekiler sayfasında yanlış bir şekilde Birinci Bölüm’ün son makalesi olarak gösterildiğini belirteyim) Marunîlerle ilgilidir (Burada yine bir parantez açayım. Kıbrıslı Türklerin geneli Maronit kelimesini kullanmakla birlikte, bu, Türkçe bir kelime değildir, İngilizce Maronite’tan gelmedir, Türkçesi Marunî’dir).  Makalede, Marunîlerin Kıbrıs’taki tarihleriyle ve dilleri Sanna’yla ilgili derli toplu bilgi verilmekte (ki, bu konudaki Türkçe kaynaklar bir elin parmaklarını geçmez), bu topluluğun ve dillerinin geleceği ile ilgili endişeler dile getirilmektedir. Hatay, doğru bir tespitle, zamanla bu topluluğun Rumlar içerisinde asimile olacaklarına, dillerinin de Rumca içerisinde kaybolacağına dikkat çekmekte, bu barışçıl topluluğun ve onların dillerinin yok olma tehlikesine karşı başlatılan ama devamı gelmeyen “Marunî açılımının” önemini vurgulamaktadır.

“Kleftiko ve Homo-Diplomasi”de başlıklı makalede ise Hatay, Kormacit (Koruçam/Kormakitis) köyü özelinde homo-diplomasinin, yani insan diplomasisinin önemine işaret etmektedir. Siyaset felsefecisi Costa Constantinou’dan hareketle bu diplomasiyi, hiçbir kurumsal destek almadan kişilerin gerçekleştirdiği diplomasi olarak adlandıran Hatay, erki elinde tutana kahve ikramında bulunarak veya yemeğe davet ederek bazı insani sorunları aktarmak gibi eylemleri bu tip diplomasinin önemli araçları olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda Hatay, köyde bulunan Yorgo Kasap Restoran’ın işletmecileri Christina ve Maria Skoullou’nun tam da böyle bir diplomasi izlediklerine, onlar sayesinde Kıbrıslı Türkler ile Marunîlerin birbirlerini tanıma ve anlama fırsatını edindiklerine, bu sürece Kıbrıslı Türk siyasetçi ve yöneticilerinin de dahil olduklarına, bunun sonucunda köyün çeşitli sorunlarının çözülmesinin yanı sıra, iki toplumun birbirlerine yakınlaştıklarına dikkat çekmektedir. Makalede son olarak Hatay şunları söylemektedir: “‘…Büyük sorun’u çözmek için müzakere ederken ‘küçük sorunlar’ı rehine olarak tutmaktan vazgeçerek… adadaki toplumlararası güveni yeniden tesis edebiliriz. Bu da elitlerin yaptığı müzakereler sonucu bulunacak bir çözümün daha geniş bir taban tarafından sahiplenmesine yol açacaktır. Bazen ‘Öteki’nin pişirdiği kleftikoyu yiyerek olabilir bu, bazen de rehin tuttuğun ‘Öteki’ne ait bir şeyi karşılıksız iade ederek”. 

Kitabın bir diğer makalesini oluşturan “Sus da Rezil Olduk: Kültürel Mahremiyet ve Utanç” adlı makalede ülkemizdeki kimi meslek kuruluşlarının belli dönemlerde kazandıkları “haksızlıkları” koruyabilmek için yüksek mahremiyet duvarlarının arkasına sığındıklarını ve “içeriyi” koruma adına birçok yanlışa göz yumduklarını anlatır. “‘Düşmanın’ Dilini Konuşmak” başlıklı bir sonraki makalede ise Hatay, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan Karadeniz kökenli Türkiyelilerin, 2003’te ‘kapıların açılmasının’ ardından Kıbrıslı Rumlar ve Pontus kökenlilerle dil üzerinden kurdukları ilişkileri aktarmakta, bu ilişkinin Kıbrıslı Rumların “yerleşiklere” karşı olan sert tutumlarını yumuşatan bir işlev görebileceğine işaret etmektedir.

“Hafıza, Vicdan ve Harabeler”  ile “Söylem, Eylem ve Mağusa’daki Küçük Kilise” başlıklı makalelerinde Hatay, Kıbrıs’ın kuzeyindeki yüzlerce kilisenin, mezarlığın ve şapelin 1974’ten bu yana virane halde bulunmalarının “negatif müze” olarak işlev gördüklerini belirtmekte, bu durumun da Kıbrıs Türk kesiminin ve toplumunun itibarını yerle bir ettiğini vurgulamaktadır.

“Manastır’ın Bülent Ecevit Meydanı…” isimli bir sonraki makalede ise Hatay, Apostolos Andreas Manastırının restorasyonuyla ilgili çalışmaları selamladıkta sonra, dönemin belediye başkan tarafından Manastır’ın bulunduğu meydana 1974 harekâtının baş mimarı olan Bülent Ecevit’in isminin verilmesini tartışmaktadır. Bu konuyu kaleme alan birisi olarak Manastır’a kadar olan yola da dönemin başbakan yardımcısı Necmettin Erbakan’ın isminin verildiğini (Profesör Dr. Necmettin Erbakan Bulvarı) hatırlatmak isterim. Bu durum, İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesinin bulunduğu ve şu andaki ismi Dr. Sadık Ahmet Caddesi olan caddeye, vaktiyle, Mora’daki ayaklanmayı önleyemediği gerekçesiyle Patrik Grigorios’u 1821’de idam ettiren Sadrazam Benderli Ali Paşa’nın isminin verilmiş olmasını akıllara getirmektedir. Bu gibi uygulamaların rövanşist politika örneklerini oluşturduğunu söylemek mümkündür.

 

“Kapsamlı Çözüm Beklentisi ve Rehine Sorunlar” makalesinde Hatay, Maraş’ın iadesi ve Marunî Açılımı gibi “parçalı çözümlerin” kapsamlı bir çözüme ulaşılmasına engel değil, tam aksine katalizör görevi göreceklerini savunmaktadır. “Kıbrıslı Türkler ve Ermenilerin Mağduriyetini Anlamak!”, başlığını taşıyan ve kitapta beni en fazla etkileyen makalede ise, 1915 Tehcirinden canlarını kurtarabilip Kıbrıs’a ulaşmayı başaran Ermenilerin 1963’e kadar yaşadıkları bize aktarılmaktadır. Bilindiği üzere, Ermenilerin büyük çoğunluğu yaşadıkları yerleri 1974’te değil, toplumlararası çatışmaların başladığı 1963’ten sonra terk etmişlerdir. 1963’ten önce genellikle Lefkoşa’da Kıbrıslı Türklerle birlikte veya onlara yakın yerlerde yaşayan Ermeniler, bu tarihten sonra bir yandan Kıbrıs Rum toplumunun parçası olarak görüldüklerinden, diğer yandan da Lefkoşa’nın gözde semtlerinde bulunan taşınmazlarını elde etme amacında olan kimi Kıbrıslı Türklerin saldırılarına uğradıklarından Rum bölgelerine yerleşmek zorunda kalmışlardır. Saldırıların 1915 Tehcirinin kötü anılarıyla birleşmesi, Ermenilere göç etmekten başka bir seçenek bırakmamıştır.      

“Charalambous, İnkâr ve ‘Gürültülü Sessizlikler” başlıklı makalede Hatay, Kıbrıs halklarının, yaşadıkları mağduriyetler karşısında sessiz kalmalarını, yaşananları inkâr etmelerini, hatta bunları nasıl meşrulaştırdıklarını irdelemekte, böyle bir tavrın izlenmesiyle Kıbrıs’ta barışa ulaşabilmek için bir arpa boyu kadar yol alınamayacağına dikkat çekmektedir.

“‘Direniş’ Minarelerinden ‘Vesayet’ Minarelerine” başlıklı makalede ise Hatay, özellikle son dönemlerde dikkat çekici şekilde devasa ve gösterişli cami ve minare inşa edilmesinin nedenlerini tahlil etmektedir. Hatay’a göre bu durumun gerçek amacının, “Kıbrıs Türkü’nü bu tür mekânsal düzenlemelerle, biçimsel olarak olsa bile, kendi [Türkiye’deki iktidar çevrelerinin] inandıkları [din ve] hayat felsefesinin ağırlığı altına sokma olduğu görülebilir”. Yalnız bu yöndeki çabanın yalnızca devasa cami ve minarelerle sınırlı olmadığını, özellikle 2009 sonrasında başka alanlarda da konuyla ilgili gelişmelerin yaşandığını hatırlatmak gerekmektedir. Bunlar şöylece özetlenebilir:  1) Kuran kurslarına 2009 yazından itibaren izin verilmesi; 2) 2009-2010 ders yılından itibaren “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” derslerinin zorunlu kılınması; 3) 2012-2013 ders yılında Hala Sultan İlahiyat Koleji’nin faaliyete geçmesi; 4) TC Büyükelçiliği Yardım Heyeti’nin “Din Hizmetlerinin Geliştirilmesi Projesi” kapsamında KKTC için ciddi bütçeler ayırması.  

Kitabın Üçüncü Bölümünün ilk iki makalesini oluşturan “Hüzün Adası İmroz ve Kıbrıs Bağlantısı” ile “16 Mart 1964: Rehine Bir Toplumun Tehciri” başlıklı makaleler, Kıbrıs sorunu yüzünden İmroz (Gökçeada) ve İstanbul Rumlarının nasıl yerlerinden edildiklerini aktarmaktadır. Gerçekten de 1923 tarihli Mübadele Sözleşmesi uyarınca İstanbul, yine aynı tarihli Lozan Barış Antlaşması uyarınca da İmroz ve Tenedos (Bozcaada) Rumlarının yaşadıkları yerlerde kalmalarına izin verilmiş, hatta ada sakinlerinin özel bir yönetime sahip olacakları karar bağlanmıştır. Fakat, Mete Hatay’ın da belirttiği gibi bu insanlar Kıbrıs sorununun kurbanları olmuşlar, çok büyük çoğunluğu yaşadıkları yerlerden göç ettirilmişler/etmek zorunda bırakılmışlardır.

“Tek Lider, Tek Otorite ve Tek Cami: IŞİD, Suudiler ve Vahhabilik” makalesinde Hatay, Vahhabiliğin ve onun bugünkü ‘temsilcisi’ IŞİD’in tahlilini yaparken, “İktidarsızlık ve Antisemit Komplo Tahayyülleri” başlıklı makalede ise, Türkiye’de yaşanan olumsuzlukların neredeyse tümünün nasıl “Yahudi komplolarına” bağlandığını aktarmaktadır. Hatay “Tanınmamış Ülkeler ve Futbol” makalesinde, de-facto devletlerdeki futbol takımlarının uluslararası arenada yer alabilme çabalarını özetleyip Kuzey Kıbrıs’a çeşitli alternatifler önerirken, kitabın son makalesini oluşturan “Kıbrıs’ın Unutulmuş Yahudileri”nde ise Yahudi topluluğunun Kıbrıs’taki geçmişine dair pek bilinmeyenleri aktarmaktadır.

Okumaktan büyük keyif aldığım ve epeyce şey öğrendiğim kasıntıdan uzak bu mütevazı kitapla ilgili olarak eleştirebileceğim iki husus var: Birincisi, kitabın dizgisinin yeteri özen verilerek yapılmamış olması. Kitabın neredeyse genelinde kesme işaretleri yanlış olarak kullanılırken, birçok yerde de kelimeler ayrı değil bitişik yazılmış. Bu durum haliyle okuma zevkini etkiliyor. İkinci olarak, makalelerin bölümlenmesinin daha iyi yapılabileceğini düşünüyorum. Örneğin, Kitabın son makalesini oluşturan ve Üçüncü Bölümde yer alan “Kıbrıs’ın Unutulmuş Yahudileri”in İkinci Bölümde yer alması daha uygun olacaktır. Bu hususlar bir yana bırakılırsa, Eşikten Meseleleri’in bilgi haznemize büyük katkıda bulunduğunu düşünüyorum. İyi okumalar dilerim…   

 

 

 

Bu haber toplam 3303 defa okunmuştur
Gaile 475. sayısı

Gaile 475. sayısı