Geçen günlere yazık!..
Kıbrıs sorununun çözümüyle ilgili bir müzakere süreci de iki yıl önce bu günlerde Cenevre’de yapılmıştı. Hem de garantörlerin de katıldığı bir süreç yaşanmıştı.
Cenevre’nin ardından yine 2017 Temmuz ayında bu görüşmelerin ikinci turu bağlamında Crans Montana’da yapılan görüşmelerin ardından yine sonuç çıkmamıştı.
Bir hayal kırıklığı daha, umutların bir kez daha törpülendiği bir dönüm noktası daha yaşamıştık.
Çözümsüzlük devam ediyor… Bu çözümsüzlük süreci sadece bir toplumun değil, diğer toplumun da aleyhine işliyor… AB üyeliğine sırtını dayayan ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ kendini rahat hissedebilir ama bu hissin bir yanılgı olduğunun anlaşılacağı gün çok geç olabilir…
“Peki şimdi çok geç değil mi?” gibi bir soru elbette ki sorulabilir. Mutlaka ki çoğu şey için çok geç. Toplumların birbirinden ayrı kaldıkları süre onlara çok şey kaybettirmiştir. Kıbrıs’ın kuzeyinde plansız, programsız ve dünya hukuku açısından ‘geçersiz’ toprak dağıtımları geri dönülmez hatalara yol açmıştır. Belki güneyde bu dağıtımlar tapu verilmeden “çözümden sonra halledilecek notu” ile verilirken yine de çok mağduriyetin yaşandığı ve yaşanacağı bellidir.
Toprağın, mülkiyetin dışında yaşanmışlıklar kayboldu, kayboluyor… Kıbrıslı Türk ve Rumların ortak yaşamlarını artık yaşı oldukça geçmiş olanların hatıralarında duymaya çalışıyoruz… Bir köyde yaşadıkları ortak yaşamı, paylaştıklarını, acılarını, mutluluklarını, dayanışmalarını dinlemek için fırsatlar yaratmaya çalışıyoruz…
O günleri kıyısından köşesinden hatırlayanlar veya yaşayanlar bile o günleri unutmaya başlarken yeni nesiller, gençler, çocuklar böyle bir ortak yaşamın varlığından şüphe duyarak büyüyorlar… Onlar bu hayatı dinlerken belki bir masal gibi geliyordur bazı şeyler… Gerçek değillermiş gibi… Olamazmış gibi… Bazı bölgeler ayrı ayrı da olsa 1974 öncesi, yine de ortak bir yaşamın paylaşıldığını anlamakta zorlanıyorlar….
Kötü günler yaşansa bile… Birbirlerine saldırmak, birbirlerini öldürmek için zorlansalar bile yine de yardımlaşmanın bir köşesini yakalama gayretlerinin anlaşılmaz gerçeği içinde büyüyor çoğu genç… Kendi ülkelerinin yakın zamandaki gerçeğini bilemeden, anlayamadan…
Tıpkı, ülkemizde değil belki ama Türkiye’de yaşanan kısmi demokrasi günlerini bilememenin boşluğu içinde olmak gibi… Bir şey söyleyebilmenin, görüşlerini açıklayabilmenin, siyasileri eleştirmenin, karikatürünü çizmenin, parodilerde hicvedilmenin yine siyasiler tarafından da kabul edilebilir olduğunu, söylediği, yazdığı, çizdiği şey yüzünden hapislerde çürümediği dönemlerin yaşandığını bilemeden ve ne yazık ki bugünlerin ‘normalleştirildiği’ yanılgısını yaşadıkları günler gibi…
Üzülmemek elde değil.
Başkan
O kadar etkilenmiştim ki geçenlerde internetten indirip bir kez daha izledim ve bir kez daha da o filmi buradan özetlemek istedim; Son günlerde Digitürk kanallarında tesadüf müdür bilmiyorum ama diktatörlükle ilgili filmlere hem de kaliteli, festival filmlerine rastlıyorum sık sık… ‘President (Başkan)’ filminde bir ülkenin başkanı torununu kucağına almış, gücünü gösteriyor ona… Telefonu kaldırdı, yüksekten izledikleri şehrin ışıklarını “kapatın-açın” diye emir veriyor. Bu gücü torununa da kullandırıyor ama aç-kapa derken birden ışıklar kapalı kalıyor ve silah sesleri yükseliyor. Çıkan isyandan sonra bir kaçış başlıyor… Başkan ve torunu bütün yollar kapalıyken ülkeden kaçmaya çalışıyorlar ama öte yandan da ne hale getirdiği ülkesini ve insanını daha iyi tanıyor başkan... Denize ulaşıp kaçmayı beklerlerken torun, çocuk aklıyla “şimdi anladım neden devrim olduğunu… Biz ışıkları kapatınca insanlar karanlıkta kaldılar, hiçbir şey göremediler” saptamasını yapıyordu. Ancak kaçış olamadı… Askerler, köylüler, serbest kalan siyasi tutuklular başkan linç edilsin edilmesin, kellesine konulan ödülü alalım almayalım kavgasına girdiler. Sonunda ceza “demokrasi için dans etmek” oldu. Şimdiki dönemlerde böyle filmler izlemek Şekil A’da olduğu gibi şeklinde oluyor ki başka bir sinema keyfi veriyor insana…
Dök asfaltı, al parayı…
Günlerce biz de yazdık, dün de Ulaştırma Bakanı Tolga Atakan, arkadaşımız Ödül’e açıkladı. Türkiye’de açılan yol ihalelerinde kontrolörlük bile bize ait değil. Yollarda proje yok, sadece asfalt dökülüyor… Ne dereydi, ne menfezdi ne başka bir şeydi… Dök asfaltı, al parayı… Ankara kendine yakın iş insanlarını KKTC yollarıyla da beslemeye devam ediyor… Olan bize oluyor ama!..
Eksik ve yanlış
Asgari ücreti artırma toplantıları yeniden yapılıyor… Asgari ücret 3 de olsa, 5 de olsa, 10 da olsa yine yetmez. Yetmez de bu yetmeyen parayı verecek olan küçük-büyük esnafın kazandığı da ne çalışanlarına, ne kendine, ne borcuna, ne yatırımına yetmiyor. Ne olacak peki! Bu gidişat tamam bir gidişat değil. Bir yeri tamam edeyim derken başka bir yeri yıkmaya benzer.
Böcek olmayı kabullenenler, ezilince şikâyet etmemelidirler.
F.Schiller