GECEYANIĞI BİR GERÇEK!
KKTC’nin yapması gerektiğini ben yaptım, utandım; kendimden ve hemcinslerimin acımasızlığından...
Hüseyin Bahca
[email protected]
İki kalpli bir şehirdir Lefkoşa. Ledra Street’se* uzun bir yolculuktur benim için; kendimden veya günden güne karakterini kaybeden Kuzey’den kaçıp sığındığım! Elimde değil; başka bir ülkede hissediyorum kendimi. İnsani yapısıyla çocukluğumda, dinamiksel zenginliğiyle enerjisini hissettiğim Avrupa ülkelerinden birinde… Ve soruyorum kendime; hangi Lefkoşa bize ait olan, ya da biz hangi Lefkoşa’ya aitiz? Muhafazakarlaştırılmak istenen Lefkoşa’ya mı, Avrupa’ya ait Lefkoşa’ya mı? Bu sorulardaki Lefkoşa imgesini; Kıbrıs diye de değiştirebiliriz elbette…
Barış Evi’nin önündeki bankta oturup; günün yorgunluğunu atıyor, elimdeki dondurmayı ısırarak yiyor ve karşı dükkandaki avizelerle bakışıyordum. Avizelerle konuşabilmenin acayipliğini düşündüğüm anda geçti karşımdan; Türkçe küfürleriyle bir kadın. Ne söylediğini bilmeyen bir haldeydi. Yanında ya altı, ya yedi yaşlarında bir kız çocuğu vardı. İkisi de ağlıyordu. Kadın şoktaydı. Hem küfrediyor, hem de ağlayarak yanındaki kız çocuğunu teselli etmeye çalışıyordu. Hemen önlerindeyse; bir adam, çocuk-arabasının içindeki bebekle ilerliyordu…
Bu olay ilkten hiç ilgimi çekmedi. Dondurmamı bitirdim ve Kuzey’e geçmek için yerimden kalktım. Ara bölgede duran kadının feryatları arttı. Kayıtsız kalamadım. Nasıl yardımcı olabileceğimi sordum; çağırın lütfen, dedi. Polisi çağırmak için sivil hizmet görevlisi personellerin yanına yürüdüğüm vakit, arkamdan; kocam tarafından şiddet görüyorum, koluma bak!, dedi. Dönüp baktım: Sağ kolu tarifi mümkün olmayan bir halde!, bir yarasına bakıyor, bir yüzüme… Sinirlendim! Önlerinde yürüyen adamsa, sessiz sedasız banlardan birinde oturuyor, çocuk-arabasını tutuyor ve içindeki bebekle ilgileniyordu…
Lokmacı Sınır Kapısı’nda bulunan görevli polisi çağırdım. Polis hemen geldi. Ve yürüyüp kaçtım. İtiraf ediyorum: Olay yerinden uzaklaştıkça; sinir katsayım artmaya başladı ve olay yerinden kaçıyor olmayı kendime yediremedim. Karanlık sokaklardan birine saklandım. Zamanı ve olayı kontrolüm altında tutmak için. İnsan-evladı böyledir; her şeyi kontrolü altında tutmak ister! Beş altı dakika sonra; arkamda kalan olay seyir halinde önüme geçti ve olayı uzun takibe aldım. Ne yapacağı belirsiz bir roman karakteri gibiydim. O an kesinleştirdim; önde yürüyen adamın, kadına şiddet uygulayan eşi olduğunu… Adam önde yürüyor, kadınsa, arkasından çocuk-arabasındaki yedi aylık bebeğini almak istediğini söylüyordu. Kadın feryat ettikçe; adam kaçıyor, kız çocuğu ağlıyor, gerilim yükseliyordu…
Saray Hotel’e doğru ilerleyen bu akış, İş Bankası’nın önünde durdu. Ağlayan kadınla, kız çocuğuna yaklaştım ve yanlarında olduğumu, korkmamaları gerektiğini söyledim. Onları uzaktan takip etmemim herkes için daha sağlıklı olacağını ekleyerek; kadın teşekkür etti. Ve cep telefonuyla yine polisi aradı. Anlatım bozukluğu yaşıyordu. Her gün böyle olay yaşıyormuşçasına bu ayrıntıyı soğukkanlılıkla analiz ettim ve telefonu kapatmasıyla polisi aradım; az önce arayan kadının tam olarak yerini anlatamadığını ve olayın nerede gerçekleştiğini söyledim. Zaman katılaştı, akmıyordu. Polis ekibinin gelmesini bekliyordum. Etraftaki diğer insanlar da olayın farkına vardı. Fakat hepsi de kayıtsızlıkla gecenin ılıklığında kayboldu…
Bir iki dakika sonra; çocuk-arabasındaki bebek, adamın ellerinde bir silah oldu. Siyah bir araba yaklaştı. İçinde iki kadın. Şiddete maruz kalan kadın gelen arabaya doğru yöneldi. Arkasından; o sessiz sedasız adamın bel-altı küfürleri ve gırtlağını yırtan bağırmaları yerleşti kaldırım taşlarına… Adam, yedi aylık bebeği, bilinçdışı bir güçle boşlukta sağa sola sallıyordu! Araba uzaklaştı. Daha doğrusu kaçmak zorunda kaldı. Çünkü o sessiz sedasız adamın içinden bir psikopat çıktı ve gözü hiçbir şey görmüyordu. Bu manzara karşısında çıldırdım. Gözüme perdeler indi. Dişlerimi sıktım. Sinirden titreyerek polisi bir daha aradım ve acele etmeleri gerektiğini söyledim. Telefonun karşısındaki görevli anlayışla karşıladı ve her şeyin kontrol altında olduğunu söyledi. Zaman daha da katılaştı, akmıyordu, ama olaylar bu katılaşan zaman içerisinde hızlı bir şekilde yeni cümlelerle kökleniyordu. Telefona baktım; üç dakika içerisinde polisi iki kere aramışım. Adamın küfürleri ve tehditleri çoğaldıkça; kadın sessizleşti ve kız çocuğuyla birlikte kendilerine ait olan arabaya doğru yürüdü. Gözden kayboldular…
Giz perdesi sessizliği birliğinde getirdi ve yirmi yirmi beş saniye sonra karmaşık çığlıklar koptu. Saatimi ve küpemi çıkarıp olay yerine doğru koşturmaya, yıllardır kadınlara yapılanların sinirini bu adamın vücudunda çıkarmaya hazırlanırken; aniden polis ekibinin geldiğini gördüm ve bastırmak zorunda kaldığım sinirimle gelen ekibi olayın ilerlediği tarafa yönlendirdim. Polislerin arkasından yürüdüğüm vakit; bileklerime hapsettiğim sinir bütün vücuduma yayıldı, kasıldım, ama biliyordum kendimi kontrol etmek zorundaydım. Yanlarına gittiğim zaman; kadın şok içinde bir şeyler söylüyor, derdini anlatmaya çalışıyor, adamsa süt dökmüş kediye dönüşüyordu... Yaşasın hiyerarşiye karşı insan-evladının kuşandığı başkalaşım, diye bağırdım! Kimse bi’şey anlamadı… Sinirlerim gerildikçe gerildi. Polisler, adamı arabaya koyup karakolun yolunu tutmasıyla kan akışım normale döndü…
Polisin olaya kısa sürede müdahale etmesi ve aileyi karakola götürmesiyle; Mağusa’nın yolunu tuttum. Ve yol boyunca; yarınlarda o kadına ne olacağını, o iki çocuğun nasıl birer birey olarak yetişeceklerini, bu gibi olayları her gün ama her gün yaşayan ne kadar çok ailenin olduğunu düşünüp durdum. Bu konuya kişisel olarak köklü bir çözüm bulamadığım için kendi kendime kahır ettim. Bu yüzden elimden susmaktan başka bi’şey gelmedi. Ve KKTC’nin yapması gerektiğini ben yaptım, utandım; kendimden ve hemcinslerimin acımasızlığından... Bir süre sonra; Mesarya’nın karanlığı beni ve Santiago’yu içine aldı. Santiago’nun ön camından yıldızlara baktım; yıldızlar sarı-beyaz birer ip sarkıtıyordu ölülerine gece müziği dinleten ovaya… Sustum. Ben sustukça; Santiago da sustu. Zaten; Santiago hep susuyor…
Tüm bu yaşananlar ve yaşanmaya devam edecek olanlar geceyanığı bir gerçek. Ölüyoruz. Öldürüyoruz. Önlem almıyoruz. Bilmiyorum. Belki de almak istemiyoruz. Ve maalesef bu saçma düzen böyle devam ettikçe; öleceğiz ve öldürmeye devam edeceğiz. Lanet olsun ama böyle.
*Ledra Street: Ledra Caddesi
Not: “Adam“ kelimesini ilk başta kullanmak istemedim. Fakat yazının gelişimi beni bu kelimeyi kullanmaya itti. Biliyorum; çok eril. Kullanmak zorunda kaldığım için özür dilerim.