Geçmişin Bütün Sorumluluğu Başkalarındaysa Neyle Hesaplaşılacak?
Geçmişin Bütün Sorumluluğu Başkalarındaysa Neyle Hesaplaşılacak?
Tufan Erhürman
Geçmişte olan biten her şey, bütün cinayetler, hırsızlıklar, ahlaksızlıklar başkalarının eseriyse, onlar tarafından baştan çıkarıldıysak ya da suskun kaldıysak olan biten karşısında, neden paylaşmak zorunda olalım sorumluluğu? Belki de geçmişle hesaplaşmayı, bugünü geçmişin işgalinden kurtarmayı, temiz bir sayfa açmayı, kısacası arınmayı engelleyen temel sorudur bu.
Elbette birileri diğerlerinden daha büyük roller oynamıştır kendisiyle hesaplaşılması gereken geçmişte. Başroldekiler figüranları ayartmış, kullanmış, kirli oyunlarına alet etmişlerdir. Dahası, bazıları figüranlığı dahi reddetmiş, köşelerine çekilmiş, sükünete gark olmuşlardır. Tabii ki bu kişileri yargılamak ya da cezalandırmak adil değildir. Ama bunları tamamen dışarıda bırakan bir yüzleşme/hesaplaşma sürecinin hakiki manada temiz bir sayfa açmayı mümkün kılacağı düşünülebilir mi?
Alman edebiyatının son dönemdeki önemli yazarlarından Uwe Timm’in “Kardeşimin Gölgesinde” adlı anlatısında, Doğu Almanya’yla ilgili kısmı okurken bu sorular bir kez daha üşüştü kafama. Şöyle diyordu yazar:
“Doğu ile Batı Almanya arasındaki, yani Almanya Federal Cumhuriyeti ile Demokratik Almanya Cumhuriyeti arasındaki farklardan biri, Batı tarafının kolektif suç iddiasıyla karşı karşıya kalmasıydı, ki bu, demokratik açıdan bakıldığında tutarlıydı. Hitler seçimle iş başına gelmişti. Doğu tarafında ise sistematik olarak daraltılmış bir bakışla, baştan çıkaranlar ile baştan çıkanlar arasında ayrım yapılıyordu, öyle ki kapitalistler baştan çıkaran, işçiler baştan çıkanlardı. Suç bu sayede, ekonomik çıkarlardan kaynaklanan bir sınıf sorunu haline geldi. Böylece otoriter düşünce ve dikta devletine özgü davranış kalıpları sorgulanmadan kaldı, hatta olumlu Prusya erdemleri olarak sosyalist topluma aktarıldı. Ekonomik ilişkiler kökten değiştirilmişti, ne var ki dışarıdan, Kızıl Ordu yoluyla, Sovyetler Birliği yoluyla. Ekonomik dönüşüme eşlik eden bir kültür devrimi, yani babanın suçlu hale gelmiş kuşağının ‘yaşam biçimi’ne karşı bir isyan yoktu. Ortak yaşamın yeni biçimleri denenmedi, iki cins arasında serbest ilişkiler, devletin iktidar yapılarına karşı eleştiri yeteneğinin geliştirilmesi teşvik edilmedi, düşünce özgürlüğü, temel demokratik katılım, sosyal serbest organizasyonlar, hiçbiri”. (1)
Doğu Almanya’daki “kötüler tarafından bir vakit baştan çıkarılmış” Almanlar ellerini yıkamış, geçmişi “geride bırakmış”, yepyeni beyaz bir sayfa açmış, hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına kaldığı yerden devam etmişlerdi. Oysa yaşananlar öyle istendiği zaman geride bırakılabilecek türden şeyler değildi. Bunlar toplumun iliklerine işlemiş, kültürünü, yaşam tarzını, hayata ve insana bakışını belirlemişti. Dolayısıyla yüzleşip hesap kesilmedikçe, geçmişin o insanlarla ve onların yetiştirecekleriyle birlikte geleceğe taşınması kaçınılmazdı.
Benzer bir hadisenin bizim için de geçerli olduğu kanaatindeyim ben. 1974 öncesinde ve sonrasında yaşanan cümle kötülüğün faillerinin başkaları olduğunu, kendilerinin bu olaylardan sorumlu tutulamayacağını, bazı meselelere karışmış olsalar da ancak “ayartılmış iyi insanlar” olarak görülebileceklerini anlatmaya çok meraklı Kıbrıslı Türkler bu günlerde. Oysa sanıldığının aksine hiç de işimize yaramıyor sorumluluğu başkalarının sırtına yüklememiz. Başrolü çoğu zaman onlar oynamış olsa bile, o berbat filmin tesiri altına aldığı, kültürünü, yaşam tarzını, hayata ve insana bakışını belirlediği halk bu topraklarda yaşıyor. Biz öyle olduğunu ne kadar reddetsek de kaçınılmaz olarak kolektif olan o sorumluluktan payımıza düşeni almayı, kendimizle yüzleşmeyi, geçmişle hesaplaşmayı beceremedikçe, yeni bir sayfa açmamız, bugünü geçmişin işgalinden kurtarmamız maalesef mümkün değil.
“Bizden” birilerinin öldürdüğü Kıbrıslı Türklerin ve Rumların, bu topraklardan göç etmek zorunda bırakılanların, hayatları zindana çevrilenlerin, ganimet diyerek üzerine kurulduğumuz malların sahiplerinin, Kıbrıs liralarına el konulanların, işsiz, aşsız bırakılanların yaşamak zorunda bırakıldıklarının sorumluluğundan, bizi kullandılar ya da biz bunlar karşısında yalnızca sustuk deyince kurtulabileceğimize inanıyor muyuz gerçekten? Hadi inandık diyelim, bunlarla dolu heybelerimizin sırtımıza yüklediği ağırlıkla mümkün müdür çürümüş/yozlaşmış bugünü geride bırakıp bambaşka ve aydınlık bir geleceğe yürümemiz? Herkesin değişimden söz ettiği bu dönemde, hakiki manada bir değişim için bu sorulara yanıt aramak zorunda olduğumuzu fark etmemizde yarar var sanırım.
---------------------
(1)Uwe Timm, Kardeşimin Gölgesinde, çev. Ayça Sabuncuoğlu, İstanbul, Can Yayınları, 2011, s. 64-65.
Not: Bu yazı 1 Nisan 2012’de yine adres kıbrıs’ta yayınlanmıştı.