Geldim, gördüm, yazdım
İnsanlar gibi toplumlar da canlı bir organizmadır. Kendi yargılarını oluştururlar, ürettikleri değerler silsilesi ile kendi serüvenlerini çoğu zaman belirleme şansına sahiptirler. Tıpkı insan gibi, toplumlar da kendilerini oluşturduklarından başka bir şey değildirler. İnsan gibi toplumlar da kendini yaratma sürecinde düşünür, gözlemler, sorgular, akıl yürütür ve yargılarlar. Tıpkı birey gibi, toplumlar da ya dogmatik öğretiler ile çevrelenip ortaçağ karanlığına hapsolup cehalet ve yozlaşmışlık ile bezenirler, ya da aklı her şeyin üzerinde tutup karanlığı aydınlığa, bilinmezi su yüzüne çıkarırlar; diğer toplumların da serüvenine yaydıkları ışık ile rehber olurlar. Tabii ki insanın yaşamındaki değişiklikler gibi toplumsal devinimler de bir ihtiyaç neticesinde olmuştur ve olacaktır. Engizisyon mahkemeleri, Katolik prensiplerin yıkıcılığı, cadı avı, açlık, monarşinin teokratik gücü elinde tuttuğu iddiası ile insanları köleleştirmesi gibi yıkımların sonucunda; Aydınlanma, Fransız Devrimi, bilimde ilerlemeler ve Endüstri Devrimi ve en sonunda ileri demokrasi ve çok kültürlülük ortaya çıkmıştır. Tüm bu süreçlere baktığımızda aklın, ilimin, eğitimin önemini görebiliriz.
Eğitim denen olguyu bu noktada açmakta büyük yarar vardır. Çünkü Kıbrıs’ın kuzeyi gibi kavramların iç içe geçtiği, içinin boşaltıldığı coğrafyalarda, eğitimin öğretimle özdeş tutulması büyük sıkıntılara sebep olabilmektedir. Öncelikle ifade edilmelidir ki; eğitim, insanın yaşamında muhakeme yetisini kazanabilmesi için en önemli rehberlerden biridir ve bu türden bir rehberlik her zaman sadık ve samimidir; yaşamın insanın karşısında çıkardığı zorlukların sebeplerini tüm boyutları ile kavrayıp onlara karşı mücadele edilmesi için zaruridir... Eğitimden muaf insanın kendisini içerisinde bulduğu cehalet, bireyi nesnel zekâdan yoksun, öngörüsüz bir yaşama hapseder. Böylesine bir durumda güvenilir ve adil bir yargılama, ahlaki yetkinlik, empati ve öngörüden bahsedemeyiz...
Tarih boyunca insan, çevresi ile etkileşim halinde olmuştur ve bilgiyi elde etmiştir. Yarattığı bilgi ile değer yargısını oluşturmuş, değer yargıları ile önceliklerini, hedeflerini belirlemiş ve yaşamını kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Daha basit anlatacak olursam; insan, yaşamında elde ettiği bilgiye doğru orantılı vizyonunu ve misyonunu belirlemiştir. İşte bu noktada yaşamda elde ettiğimiz bilginin dolayısı ile vizyonun geçerliliğini, güvenilirliğini ortaya çıkarmak için eğitimin tartışılmaz önemi vardır. Günümüzde, türlü yerden, değişik aygıtlar vasıtası ile gün 24 saat pompalanan bilginin geçerliliğini, etik ve vicdani muhakemesini yapmak adına eğitimin önemi çok daha büyüktür. Çevre, liberal pedagoji, medya, kilise, camii vs tarafından pompalanan bilgi altında, akıl, ancak eğitimli insan tarafından yürütülebilir. En etkili kürsü olan zihinsel idmanı ancak bu şekilde yitirmeyiz. Bireysel ve toplumsal anlamda sorumlu olabilmek, özgür olup özgür kılabilmek daha da önemlisi özgürlüğün ne olduğunu kavrayabilmek ancak eğitim sayesinde mümkün olabilecektir. Kısaca; bilgiyi bir tohum varsayarsak, bu tohumun toprağa ekilmesi, sulanması, güneş görüp yeşermesi ve meyve vermesi; ancak eğitimle mümkün olacaktır.
Yazımın başında altını çizdiğimi tekrar hatırlatmakta fayda var; eğitimden kastım salt öğretim değildir. Yaşam boyu sona ermeyen, aklı tüm dogmatik öğretilerden üstün tutan, adil bir yargılama, özel bir gözlem ve derin bir algının peşinde koşmaktır kastım… Eğitimden azade birey gibi, eğitimi yaşamın merkezine koymayan toplumlar da her türlü erdemi, histerik tatminler için feda edebilir. Eğitimsiz bireyler gibi, cahil ve yozlaşmış toplumlar da bencil tutkular, histeri krizleri, dürtüleri ekseninde davranırlar. Ve en önemlisi zamanla ürettikleri yozlaşmış değerleri, normalleştirirler. Denizin içinde ıslak olmadıklarını iddia ederler… Tüm bunların ışığında eğitim aygıtlarından kısaca bahsetmek gerekiyor. Az önce bahsettiğim üzere, Kıbrıs’ın kuzeyinde öğretim ile eğitim çok yanlış bir şekilde özdeş tutulmakta. O kadar saçma bir durum ki bu; dünyadaki üniversiteler arasında akademik sıralamalarda orta seviyede bile ol(a)mayan üniversitelerin mevcudiyetinden ötürü Kıbrıs, “eğitim adası” olarak lanse edilmekte. Medyanın, insan ilişkilerinin, çevrenin, ailenin, devlet örgüsünün, globalleşmenin, düşünsel anlamda üretimin, sanat kurumlarının durumuna bakılmadan bir ülkeyi eğitim adası/ülkesi olarak yorumlamak ve buna inanmak; saçma olduğu kadar cehalet göstergesidir de…
Bugün, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan insan güruhuna baktığımızda ahlaki yozlaşmanın ve cehaletin yıkıcı boyutlarının her geçen gün daha da arttığını ben görebiliyorum (tabii ki bu kirliliğe direnen az da olsa insan vardır). Toplumun geneli bu kadar yozlaşmışken, maddi tatminin duygusal ve entelektüel hazların önüne geçtiği bir ortamda, paranın tüm ahlaki değerleri domine ettiği bir durumda, medyanın, akademisyenlerin, öğretmenlerin, polisin, memurun, siyasilerin çoğunun yozlaşmamış olduğunu iddia etmek; samimiyetsizliktir.
Kendi mesleğimden bahsedecek olursam; toplumun eğitilmesinde/aydınlanmasında öncü görev üstlenmesi gereken, gayrı resmi eğitim aracı olarak da kabul edilebilecek medyanın büyük bir oranı, evrensel ölçekte okumalar yapmaktan uzak, yurttaşın medyaya aktif katılımını önemsemeyen, ekonomik ve siyasi odaklardan güdümlü, bilgi akışını kontrol etme gayesinde trajik bir durumdadır. Bilgisi kendisine yetmeyen, insanlığın yaşadığı dinsel, politik, toplumsal devinimlerden bihaber kişiler ortalıkta “gazeteci” diye gezinmekte, birçok televizyon kanalında program sunmakta ve/veya medya patronluğu yapmaktadır. Şubat ayındaki bir makalemde de belirttiğim gibi medya patronluğu ‘yan iş’ olan birçok kişinin kendi zümresel çıkarlarını, daha büyük ölçekte kendi kapitalist/politik hedeflerini yerine getirmek için bu işe koyulduğunu görmemek naifliktir.
Kendi beğenilerini kriter sanan, spekülatif yayıncılıkla toplumu daha da köhneleştiren, dogmatik, nesnellikten yoksun, ne mesleki ne de etik anlamda yetkin olabilen fakat bu toplumda kanaat önderliği yapan siyasileri, gazetecileri, akademisyenleri, sendikacıları, iş insanlarını, öğretmenleri deşifre etmek ve onlara karşı bir başka “kültür” oluşturabilmek, yüzleşmek, eğitirken eğitilmek; belki de bu ülkede histeri yaşanmasının en büyük sebebi olan geleneksel doktrinlerin yıkılması için atılmış ilk adım olacaktır. Tanıl Bora’nın altını çizdiği gibi geçmişle hesaplaşmak ve yüzleşmek, bir yarayı kaşımak değil; yarayı gerçekten sağaltmak açısından zorunludur. Karşıt bir kültür, cesaret, eğitim ve yüzleşme de bizim yaramızı sağaltmamızın en salih yoludur...