Gelin, birlikte düşünelim… SEVGİLİ ANNELER VE BABALAR…
Hava, gül, feslikan, zambak, karanfil, sümbül, şabboy, mersin, tülümbe kokularıyla başımızı döndürmeye hazırlanıyor…
Neriman Cahit
Bugünlerde oldukça yorgunum…
Başım tamamıyla “kronikleşmiş sinüzitle” dolu…
Normal zamanlarımda bile “yazı yazmak” konusunda oldukça titizim. Çoğu kez “yüreğim ve beynime” bırakırım görevi…
Onların da bana ilk dayatacakları şeyin “SEVGİ” olduğunu bilirim…
Evet Sevgi…
Onun yanına: Kadını, çocuğu, insanı koyarak… Kuşkusuz, ağırlık “kadında” olur… Genelde Kadın… Özelde bizim kadınımız…
Ve kuşkusuz “erkek” de…
Ama karşı karşıya değil…
Yan yana…
ÇOCUKLAR VE GÜZELİM DOĞA…
Bu yazıyı, “anne – babalara” adamaya karar verdim…
Sonuçta: Yani aslında “ÇOCUKLARA”
Yavaş yavaş bahar geldi – geliyor…
Yani: Aklınıza ne gelirse: Onun cümbüşü: Eğlence, deniz – havuz, piknik… vb.
Yağmursuz, bakımsız olsa da… Yavaş yavaş canlanması doğanın…
Toprağa, topraktaki bütün canlılara su yürümesi, hayat damarlarının daha hızlı atması…
Doğada otun, çiçeğin, yaprağın, dalın sarı, turuncu, kırmızı, eflatun, mor, pembe, beyaz, kavuniçi, bordonun, yeşilin bütün tonlarının “koroya” hazırlanması…
Hava, gül, feslikan, zambak, karanfil, sümbül, şabboy, mersin, tülümbe kokularıyla başımızı döndürmeye hazırlanıyor…
Bitkiler, güneş, su, hava ve toprakla besledikleri özlerini renk ve kokuya dönüştürecek birer simyacı sanki…
Ya güneş olmasaydı?
Ya hava, ya toprak… İçinde onca zenginliği, hayatın özünü taşıyan toprak olmasaydı…
Bakmazsak, sulamazsak, zararlılarını ayıklamazsak, çapalamazsak bitkilerimizi… Sevgiyle sürdürmezsek bakımlarını… Bir daha asla uyanamazlar yeni bir mevsime…
Hazin bir suskunluğa dönüşürler…
GÖNÜL GÖZÜYLE…
Hangi psikolojide olursanız olun, çevrenize şöyle bir gönül gözüyle bakar mısınız, gelişmemiş bitkiler gibi suskun çocuklarla dolu…
Suskun, yorgun, küskün çocuklar…
Şevkleri, umutları kurulmuş; daha şimdiden yaşama yorgunu…
Yaşanmadan yitirilmiş, başlanmadan bitirilmiş gibi her şey…
Nedir derdi bunca çocuğun…
Ve nedir bunca çocuğa yaptığımız ezgi, eziyet…
Neden zoraki bir neşeye bürünen “Ayşe”, odasına kaçıp ağlıyor gizli gizli… Neden “Ali” artık arkadaşlarıyla oynamak bile istemiyor…
Çünkü Ali de, Ayşe de, tamamıyla yarışa / yarışmaya döndürülen sözde eğitimin yükünü omuzlarından atamıyor çoğunluktan…
İlkokula başladıkları günden itibaren an baba ve öğretmenleri tarafından en büyük hedefleri olarak gösterilen ‘kolej’ denen acımasız yarışı kazanamadılar… Üstelik onu kazanmak için yaptıkları onca çalışma nedeniyle çocukluklarını da yaşayamadılar!
Yaşama sevinçleri ve özgüvenleri de ağır yaralar aldı…
Hepsi o kadar mı?
Yoksa bütün bir çocukluk çağı mı yaşanmadan kaybolan???
Yoksa ilkokul önlüğü (tek tip kıyafet) giyilirken, bütün renkleriyle birlikte, çocukluk mudur, gereksiz bir giysi gibi bir kenara atılan… Yoksa
İyilikleri adına, en büyük kötülük mü reva gördüğümüz çocuklarımıza?
YİTİRİLENLER…
Gelin, bilimsel araştırmalar içinde küçük bir geziye çıkalım birlikte:
- Oyun çağını oyunsuz geçiren çocukların inisiyatifleri yaratıcılıkları ve hayal güçleri yeterince gelişememektedir…
Çocuklarımız, oyun çağlarını oyunsuz geçiriyor… Sınav fobisi içinde, birinci sınıftan başlayarak, ağır ve tekdüze bir çalışma temposuna giriyorlar…
- Oyunu bırak dersine bak… Annelerin değişmez cümlesi. Oysa oyun, çocuğun zekâ ve yaratıcılığını kamçılayan, kendi başına karar alabilmesini sağlayan bir araç… Yani,
Ders kadar önemli ve gerekli.
İÇ DÜNYA
Çocuk, dış dünyayla ne kadar çok ve çeşitli ilişkiler kurarsa, iç dünyası da o denli zenginleşir…
Çocuklarımız, evden – okula, okuldan – eve, Pazar günlerini ve kısacık dinlenme sürelerini, “aptal kutusu tv’ karşısında, hareketsiz ve dış dünyayla ilişkileri kopuk geçiriyor…
Gazete, dergi, kitap okuma alışkanlığı geliştirileceği yerde, “Bırak o dergiyi, kitabı da dersine çalışlı” uyarılarla köreltiliyor…
Eve kapatılan çocuk, onun en büyük enerji, ilham, ruhsal ve bedensel besleyici olan doğayla ilişkilerini ya hiç öğrenemiyor ya da sürekli, verimli ve sıcak tutamıyor…
YA SEVGİ…
Çocuğun, kişilik ve özgüveni geliştirebilmesi için, ana-babanın, kayıtsız şartsız sevgisine ihtiyacı vardır. Başarıları için sevilen, başarısızlıkları için sevilmemekle cezalandırılan çocuk, başarısız bir yetişkin olma yolunda en güçlü bir adaydır!
Çocuklarınızı kayıtsız şartsız seviyor musunuz?
Size her ihtiyaç duyulduğunda: İşiniz olduğunu, başka zaman dinleyebileceğiniz gibi mazeretler öne sürmeden… Bütün ilgi ve şefkatinizle onu dinlemeye, anlamaya her zaman hazır mısınız?
Çocuğunuz sizin kısır eleştirilerinizin hedef tahtası mı… Yoksa, her şeyin nedeni ve niçini açıklanan, düşünceleri saygı gören bir birey mi?
* * *
Kendi özlemlerimizi gerçekleştirmek kendi gururumuzu tatmin etmek için bir araç değildir çocuk… Aksine,
Onun, özlem ve yeteneklerine saygı göstermemiz… Kendi olanakları doğrultusunda gelişmesi için, bütün şefkat, sevgi ve anlayışımızı hiçbir karşılık beklemeden sunmamız gereken: Bir güzel çiçek… Bir tazecik fidandır…
Gerekli özen gösterilen bir çiçek ise güzeldir, verimlidir, üretkendir…
Gerekli koşullar sağlandığında, her tohum güçlü bir ağaca, her çocuk, kendine güveni, kendine ve başkalarına saygısı tam… Yaratıcı, atılım gücüne sahip… Mutlu olduğu için mutluluk veren, kendine ve topluma yararlı bir bireye dönüşür…
TANIMAK VE ANLAMAK…
Sahi, çocuklarımızı gerçekten tanıyor ve anlıyor muyuz?
Yanıtınız ne olursa olsun, lütfen bu soruya da yanıt verin: Peki ya kendinizi? Evet, öncelikle kendinizi çok iyi tanıyıp sevmelisiniz ki, öncelikle size en yakın olanlardan başlayarak, dünyayı tanıyıp sevebilesiniz…
Hem kendimizi, hem de çocuklarımızı tanımak için de:
Kişilik, kimlik, beklentiler, hayaller yapmak istenenler, umutlar, umutsuzluklar hanelerini iyi işlemek gerek… Çünkü bu konuda açılan yaralar genelde iflah olmaz… Olamaz…
* * *
Son olarak şunları denemenizi rica edeceğim: Lütfen çocuklarınızı iyi gözlemleyin… Bir otorite gibi değil, sevecen bir yürekle: Onlar kendilerini kimin gözleriyle görmektedirler? Kendi gözleriyle mi, yoksa ailelerinin gözleriyle mi?
Eğer, samimi yanıtınız ikinci şıksa henüz daha vakit varken ve yaraları çok derinleşmeden önce siz değişin… Sonra da ona eğilin…
Huzurla ve de sevgiyle…