Genç Bir Adam ve Direkte Bir Bayrak!
Güven Uludağ: Anlatılanları dinlerken, eski model milliyetci Türk filimlerinin sahnelerinden birini izler gibi hissetmiştim kendimi. 1964 yılı, Şubat ayının ilk günleriydi
Güven Uludağ
Anlatılanları dinlerken, eski model milliyetci Türk filimlerinin sahnelerinden birini izler gibi hissetmiştim kendimi. 1964 yılı, Şubat ayının ilk günleriydi... Çok soğuk bir gün olmalıydı. 22 yaşındaki cüsseli genç adam, ovalardan yürüyerek, peşindeki yirmi-yirmibeş kişi ile bir yerlere gidiyordu. Sırtında, çapraz astığı İngiliz piyade tüfeği ve iki eliyle taşıdığı kırmızı beyaz çizgili direkte asılı, dalgalanan bir bayrağı vardı. Görevleri, yakın bir Kıbrıslıtürk köyünde yaşayan Kıbrıslıtürkleri, kendi yaşadıkları köye güvenli bir şekilde taşımaktı. Küçücük bir köydü gidilen. Silahlı çatışmaların, etkisini en ağır şekilde hissettirdiği yerlerden biriydi. Her iki toplumdan da ölenler olmuştu. Olaylar, milliyetçiliğe esir olmuş her yerde yaşananların benzeri bir şekilde gerçekleşmişti. Adanın önemli bir bölümünde kısa filimlerin vizyonda olduğu, ortalığın sanal başrol oyuncuları ile dolduğu bir dönemdi. Gidilen köyde de, bu tip oyuncularının yarattığı gerginlikler, ölümlere neden olmuş, dökülen kan, nefreti, öfkeyi ve çatışmaları beslemişti. Kaynağı belirgin olduğu halde, toplumlararası bir kılıf uydurulan çatışmalarla birlikte milliyetçilik, kendine adanan kurbanları almaya başlamıştı. Kıbrıslırum liderler için “Enosis”, Kıbrıslıtürk liderler için ise “Taksim” tek ve vazgeçilmez hedefti. “Taksim”, o dönemin koşullarında kantonal bir bölünmeyi öngördüğünden, çatışmalardan da faydalanılarak Kıbrıslıtürklerin kantonlarda toplanılmasına çalışılıyordu. Bugünkü bölünme, Kıbrıslıtürk liderlerinin kızıl elmasıydı. Genç adam, buz gibi kesen soğuk havada, rüzgârın dalgalandırdığı elindeki bayrağı, görünmesi için daha yukarılara kaldırmaya çalışıyordu. O günlerde o bayrağı görmek, bazı Kıbrıslıtürkler için kurtuluş demekti. O da bunu biliyor olmalıydı. Bu zor yolculukta, silahı sırtında, bayraksa, elindeydi. Orada yaşayan insanları tanıyordu. Bir-bir, isim-isim. Onun yolculuğu, Ziliha, Ramadan, Yusuf ve Fatma gibilerin kurtarılması içindi. O bayrağı daha yükseğe, tanıdığı, bildiği, arkadaş, dost ve komşu olduğu insanları hayatta tutmak, tutabilmek için kaldırıyordu. O gün, o köyde yaşayanlar, yanlarına alabildikleri ne varsa, gelenlerin açtığı güvenlik koridorundan geçerek daha güvende olacakları bir yere göç ettiler. Sırtında piyade tüfeği, elindeki bayrak ve 20-25 arkadaşı ile ateş çemberi içerisinden umuda bir yol açmak için arkadaşları ile birlikte Luricina’dan, komşu köy Aysozemeno’ya giden o genç adama, bana anlatılanları sorduğumda, susmuş sadece gülümsemişti.
Bahçalar/Bervolia... İskele yakınlarında deniz kenarında bir köy. Kıbrıslırum zenginlerin gözde yerleşim yerlerinden biri. Kıbrıslıtürklerin azınlıkta olduğu, 50’li yıllar boyunca yaşanan etnik gerilimlerden etkilenmeyen, buna karşın Kıbrıslırumlar arasındaki siyasi gerginliklerin zirve yaptığı tipik karma köylerlerden biri. Yaşanan gerginlikler sonucunda öldürülen solcu Kıbrıslırumlar ve milliyetçi siyasetin egemenliğinde bir yerleşim yeri. 1963 çatışmalarının başlaması ile birlikte Bahçalar’da da, milliyetçi güçlerin! kontrolündeki diğer yerleşim yerlerinde olduğu gibi Kıbrıslıtürkler hedeftedir. Silahlı saldırılar bir anda başlar ve hiç de sürpriz sayılmayan bir şekilde saldırıların başını köydeki bir din adamı çeker. Kıbrıslıtürkler için tam bir kaos ve can pazarı yaşanır. Kimsenin kimseden haberi yoktur. Çocuklar ana babalarının, ana babalar çocuklarının öldüğünü düşünürler; ta ki yakın köy Civisil’de buluşana kadar. Luricina’dan Aysozemeno’ya elinde bayrak sırtında İngiliz piyade tüfeği ile oradaki Kıbrıslıtürkleri güvenli bir koridordan kendi köyüne ulaştırmaya çalışanlardan biri olan genç adam, tam da o sıralarda doğduğu köy Bahçalar’daki durumdan elbette ki haberdar değildir. Geniş ailesinin de can pazarı içinde Civisil’e göç ettiğini nerden bilecektir... Babası, Bahçalar’da bahçacılık/sulu tarım yapıyordu. Bölgenin tanınmış kişilerinden biriydi. Bahçalarla Çite arasında büyük bir çiftliği olan Mustafa Bey’in, Mısır’dan getirdiği enginar kökleri ile adada ilk kez enginar üretimini başlatmıştı. Çatışmalar onu hem üretimden koparmış hem de etrafı çevrili bir gettoda, üretemeden, yardımlarla yaşamaya zorlamıştı. Çok dayanamadı bu yaşama. 1965 yılının Ocak ayında hayatını kaybetti.
Normal bir haberleşmenin değil, kara haberlerin bile engellendiği o günlerde oğlu, onun ölümünü günler sonra öğrenebildi. Aysozemeno’ya gidişinden bir yıl sonra bir kez daha ve bu kez çok farklı bir nedenle yürüyerek yola düştü. Omuzunda piyade tüfeği elinde bayrağı yoktu. Dolunayın olmadığı bir gecenin karanlığını seçmişti. Yollardan ve köylerden değil ovalardan yürüyordu. Onlarca Rum köyünü dolanarak ve yine çok soğuk bir gecede. Otuz millik yolu bitirmek için sabaha kadar yürümüş olmalıydı. Günü babasının mezarı, annesi ve kardeşlerinin yanında geçirdi. Havanın kararmasından sonra geri dönmek için yeniden ovalardan yürüyerek yola çıktı. Luricina’ya döndüğünde tahta bir yatağın üzerine yüzüstü yatıp saatlerce ağladı. Tehlikelerle dolu uzun yol boyunca ağlamaya fırsat bulamamıştı. Büyük oğlu o dönemde beş yaşındaydı. Annesine, babasının neden ağladığını sordu. Babasının tahta yatak üzerinde saatlerce ağlamasını hiç unutmadı. Bu anlatılanları ona hiç soramadım. Sorabilseydim, belki de en kolay yaptığı şeyi yapacak, ağlayacaktı...
1963 Aralığında silahlı çatışmaların başlamasından sonra, Luricina büyük bir kantona/getto dönüşmüştü. Dali, Bodamya, Petrofan, Aysozemeno ve diğer çevre köylerde yaşayan Kıbrıslıtürkler Luricina’da toplanmışlardı. Gelenlerden bazıları evlere konuk olmuş, bazıları da boş olan evlere ve okullara yerleştirilmişti. Belki de gelirken dönüş düşünülüyordu ama, artık geriye dönüş yoktu. Kantonal taksim gerçekleşiyordu. Üstelik buna en büyük katkıyı Kıbrıslırum liderler yapmıştı. Kıbrıslıtürklerin ayrıldığı köylerdeki evlerden bazıları tahrip edilmişti. Yollarda can güvenliği yoktu. Dönüş nerdeyse imkânsızlaştırılmıştı. Kıbrıslırumların lider kadroları, “Enosis” için attıkları her adımla “Taksim”in harcını oluşturuyorlardı. Kıbrıslıtürk liderliği oluşturulan büyük kantonların kalıcılaştırılması için çalışıyor ve kantonlardaki en can alıcı sorunlara odaklanıyordu. Konut ve yerleşim sorununun kalıcı bir şekilde çözülmesi, zaten can güvenliği endişesi ile özellikle karma köyleri terkeden Kıbrıslıtürklerin gittikleri yerde kalıcı olmalarını sağlayacaktı. Erkeklerin tümü askere alınmış ve maaşa bağlanmıştı. Üretimden koparak/ılarak maaşa bağlanan toplumun kontrolü kolaylaşmıştı. Konut sorununu aşmak için bulunan yöntem ‘göçmen evleri’ydi. Kısa sürede bütün kantonlarda olduğu gibi, Luricina’da da göçmen evleri yapımına başlandı. Bu dönemde, diğer gettolarun olduğu gibi Luricina da, merkezle bağlantısı kopuk askeri bir derebeyliğine dönüşmüştü. Göçmen evlerinin yapımı için İngiltere’de yaşayan Luricinalılardan önemli bir parasal kaynağın geldiği iddia ediliyordu. Evlerin yapımı için kullanılan malzemenin tümü köyden sağlanıyordu. Kerpiç, çamur, mertek, kamış, taş, tahta, hatta mermer. İşgücünü maliyetten saymak düşünülemezdi bile. Göçmen evlerinin yapımı için gelen, ancak kullanımına ihtiyaç duyulmayan, dönemin koşullarına göre önemli bir parasal kaynak ve bu parasal kaynağın yasal denetimini yapan bir sorumlu olmalıydı... Ve “O kişi” vardı. Göçmen olarak köye gelen saygın güvenilir bir adamdı.
Babasının mezarına gitmek için gece boyunca yürüyen genç adama, o yürüyüşünden birkaç yıl sonra ve yine bir soğuk gecede “O kişiyi” öldürmesi için emir verildi. Ortada dönemin koşullarına göre önemli miktarda olduğu iddia edilen bir para vardı. Ve “O kişi” paranın birileri tarafından hortumlanmasına izin vermemekteydi. Genç adamın kayınpederi, köyleri dolaşarak “ortakçılık” yapıyordu. Bahçecilik/sulu tarım yapılan bir köye gider, suyu ve tarlası olan biri ile anlaştıktan sonra, o tarlayı ve suyu kullanarak üretir, üretim de paylaşılırdı. “O kişi” ile de ortakçılık yapmıştı. Bu ortakçılık döneminde genç adam, nişanlısını görmek için defalarca “O kişinin” evine gitmiş, yemişler içmişlerdi. Yapabileceği birşey değildi ona verilen emir. Öldürmek bu kadar kolay olmamalıydı. Yapmış mıydı daha önce? Çatışmaların yaşandığı dönemde? Daha önce de böyle bir emir verilmiş miydi kendisine? Kimbilir... “Öldür!” emrinin çok rahat ve herhangi bir nedenle verildiği bir dönem yaşanıyordu... Ama bu yapılabilecek bir şey değildi. Gitti ve onları, çok yakından tanıdığı o insanları, kaçmaları için uyardı. Kaçtılar. Gerisin geriye. Kıbrıslırumlardan kurtulmak için gelmişlerdi gettoya. Kaçtıkları yere geri döndüler bir kez daha… Neden yine ayniydi. Kurtulmak. Bir market alışverişi sırasında ayaküstü bir sohbette, “O kişinin” oğlu tarafından bana bu anlatılanları kendisine sorduğumda, sadece sustu.
Aysozemeno’dan gelenlerin Luricina’ya yerleştirildiği günlerden birkaç gün önce, iki Kıbrıslırum da Luricina’ya gelmişti. Onların gelişi de gönüllü bir geliş değildi. Andreas Petru ve Kristos Sokratis, Şubat 1964’te İskele-Lefkoşa yolunun Goşşi köyü yakınlarında yolu kesen Kıbrıslıtürk mücahitler tarafından zorla alıkonularak Luricina’ya götürüldü. Andreas ve Kristos’un kaçırılması, Ocak 1964’te Kıbrıslırum militer güçler tarafından kaçırılan Fehim Mehmet ve Kamil Hüseyin Kuşuri’nin kaçırılmasına kontra bir hareketti. Andreas ve Kristos, Fehim ve Kamil ile takas edilecekti. Andreas, Fehim, Kristos ve Kamil’in kaderleri birbirine bağlanmıştı. Onlar tarafı olmadıkları bir oyunun figüranlarıydı. Bu oyun hiçbiri için iyi bitmedi. Kaçırılmaları kontraydı, öldürülmeleri de öyle oldu. Önce Fehim ve Kamil ardından Andreas ve Kristos öldürüldü.
Ona geçmişle ilgili sorabildiğim sadece Andreas ve Kristos’un köyde neler yaşadıklarıydı. Geçmiş onun için, onun gibi binlercesi için de tabuydu. Bir bayrak, bir kitap ve bir silahın bulunduğu odada yapılan yemin, yıllar sonra bile peşini bırakmıyordu. Sistemli bir milliyetçilik projesinin klonlanmış binlerce bireyinden biriydi o da. Geçmişte sadece görmelerini istedikleri kadarını görmüşler, duymamışlar ve hiç konuşmamışlardı. O kadar çoktular ki! Ve nerdeyse tamamı, onlara bir perdenin arkasında durarak yemin ettirenlerin, yaşadıkça bağlı kaldıkları yemine hiç uymadıklarını bildikleri halde sürdürdükleri bir suskunluk hali yaşamışlardı. Oysa birçoğunun sırtında geçmişin yükü o kadar ağırdı ki! O geçmişle yüzleşmek onlar için bir tür arınma ve yeniden doğma aracı olacaktı. Ama onların birçoğu bu yeniden doğuşu seçmedi, seçemedi. Belki de bekledikleri bir ilk adımdı. O yemini ettirenlerin, onları dolunaysız bir gecenin karanlığına hapsedenlerin atacağı bir ilk adım. Ancak... O ilk adımı atmak, atabilmek için vicdan ve ahlak gerekliydi... Onlara o yemini ettirenlerdeyse, her ikisi de yoktu.
Yıllar önce elinde bayrak, sırtında İngiliz piyade tüfeği ve kendine ne olacağını bile bilmeden yola çıkan o genç adam, yıllar sonra tıpkı diğer benzerleri gibi ona yemin ettirenlerin olmadığı bir cenaze töreni ile son yolculuğuna doğru yola çıktı. O son yolculukta elinde bayrak yoktu. Belki bu yüzdendir, onu yolcu edenler arasında perde arkasında duranlardan da hiçbiri yoktu. Yokluklarını ona sorabilme şansım hiç olmayacak. Ama ilk defa, sorabileceğim bir soruya vereceği cevaptan o kadar eminim ki! Bu yüzden, bu sorunun cevabını hiç merak etmiyorum. Verdiklerin için teşekkür ederim. Hoşçakal...