‘Gerçeği bilme hakkı…’
Sık sık Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum okurlarımdan son 50 yıl içerisinde Kıbrıs’ta işlenmiş insanlık suçlarının faillerinin durumunun ne olacağını sorgulayan yorumlar veya elektronik postalar alırım… Kıbrıs’ta yarım yüzyıl boyunca işlenmiş
Sık sık Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum okurlarımdan son 50 yıl içerisinde Kıbrıs’ta işlenmiş insanlık suçlarının faillerinin durumunun ne olacağını sorgulayan yorumlar veya elektronik postalar alırım… Kıbrıs’ta yarım yüzyıl boyunca işlenmiş olan cinayetler, kaçırma olayları, çatışmalar, insanları kaçırarak bir yerde tutup sorgulamalar, işkenceler, tecavüzler yalnızca “paramiliter” gruplar tarafından değil, “sade” yurttaşlar yani siviller tarafından da gerçekleştirilmiş, kimi zaman bu olaylara “yetkililer”in yanısıra “üst düzeyde askeri veya polis yetkilileri” de karışmıştır ancak son 50 yıl içerisinde işlenen bu tür suçlar nedeniyle ne kuzeyde, ne güneyde, hiç kimse “sorumlu” tutulmamıştır.
Örneğin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir milletvekili olan Cengiz Ratip’in öldürülmesi emri, 1960’lı yıllarda o günlerin bir Kıbrıslırum “yetkilisi” tarafından verilmişti. Bu emri uygulamayı pek çok Kıbrıslırum reddetmişti fakat bir “tetikçi” infazı gerçekleştirmeyi kabul etmişti... Sözkonusu “tetikçi” bir pusu kurarak Cengiz Ratip’in yanısıra, ona eşlik eden Turgut Sıtkı adlı öğretmeni de Poli’nin ortasında soğukkanlılıkla vurup öldürmüştü.
Cengiz Ratip, her iki toplum için de çok önemli bir şahsiyetti... Cengiz Ratip gibi bir insanın varlığı yalnızca Kıbrıslıtürk toplumu için değil, aynı zamanda Kıbrıslırum toplumu için de çok önemliydi... Cengiz Ratip tüm yeteneklerini kullanarak kan dökülmesini önlemeye çalışan bir liderdi. Kıbrıslırumlar, bir şeye “karşılık” bazı Kıbrıslıtürkler’i kaçırdıkları zaman Cengiz Ratip devreye girerek o Kıbrıslıtürkler’i kaçıran Kıbrıslırumlar’la gidip konuşuyor ve onları Kıbrıslıtürkler’i serbest bırakmaları için ikna ediyordu. Aynı şekilde, Poli’den bir otobüs dolusu Kıbrıslırum öğrenci, bazı “kayıp” Kıbrıslıtürkler’e karşılık bazı Kıbrıslıtürkler tarafından kaçırıldığı zaman, kendi hayatını riske atarak gidip Dillirga yöresindeki o Kıbrıslıtürkler’le konuşmuş ve Kıbrıslırum öğrencilerin burunları kanamaksızın serbest bırakılmasını sağlamıştı. Ne yazık ki pek çok kez çağrı yapmış olduğum halde, Cengiz Ratip’in kendi hayatını tehlikeye atarak serbest bıraktırmayı başardığı bu Kıbrıslırum öğrencilere ulaşamadım, onlardan herhangi birisinin de Cengiz Ratip’in bu hareketine yönelik en azından “bir teşekkür, bir takdir” sözcüğü söylediklerini duyamadım... POLİTİS gazetesi aracılığıyla yaptığım pek çok çağrı, yanıtsısz kaldı ve bu Kıbrıslırum öğrencilerden hiçbiri beni aramadı.
Elbette Cengiz Ratip gibi insancıl birisi, “düşman” alanına giderek “tutsakları serbest bıraktırma” müzakerelerine girişebilme yürekliliği gösteren birisi, kendi “pozisyonu”nu ve hayatını tehlikeye atarak kendi tarafında “düşmanların serbest bırakılması” müzakerelerine girişen birisi, her iki tarafta da “çatışma”dan meden umanlar için büyük bir “tehdit” oluşturmaktaydı... Çünkü Cengiz Ratip çatışma içerisinde nasıl davranılması gerektiği konusunda çok iyi bir örnek oluşturabilirdi... İşte bu nedenle o dönemin bir Kıbrıslırum yetkilisi Cengiz Ratip’i öldürtmek ve iki toplum arasındaki ilişkileri daha da kötüleştirmek için bir “tetikçi” arayışına girişmişti... Ve elbette bu işe “gönüllü” olacak bir “tetikçiyi” sonunda bulabilmişti... Bu adam Poli’de Cengiz Ratip ve Turgut Sıtkı’yı öldürdükten sonra adayı terkedecek ve Yunanistan’da yaşamını sürdürmeye başlayacaktı... Kıbrıs’a da ancak kısa ziyaretler için gelecekti: Belki korkusundan, belki başka bir nedenden...
Kendi “resmi taraflarımız”ca önümüze konanların ardında yatan gerçeği gözler önüne seren ilk esaslı çalışma, Panikos Hrisantu ile Niyazi Kızılyürek’in birlikte hazırladığı belgesel film “Duvarımız” oldu... Panikos, Cengiz Ratip’le ilgili olarak çok araştırma yürütmüş ve öğrendiklerini filminde de açıklamıştı... Bu film, yalnızca Kıbrıslıtürkler’le ilgili değildi, aynı zamanda Kıbrıslırumlar’ın da başına gelenlerle ilgiliydi... Bu belgesel yapım, iki tarafın da “resmi makamları” ne derse desin, son yarım yüzyılda “gerçeği” arama yönünde atılmış ilk ciddi adımdı... Ve elbette hem Panikos, hem de Niyazi, bu “günahları”nın bedelini ağır biçimde ödeyeceklerdi çünkü her iki tarafın da “resmi makamları” yaptıkları bu belgeseli onaylamıyorlardı... Panikos ve Niyazi, kendi taraflarında “hain” ilan edilecek ve her iki tarafta da onlar hakkında korkunç karalama kampanyaları yürütülecek, dağlar gibi yalanlar ortalarda dolaştırılacaktı. Panikos’la Niyazi’nin güzel olan yönleri, hiçbir zaman geri adım atmamış olmaları, hangi koşulda olursa olsun özgün duruşlarını korumalarıydı... Ve şunu da düşünelim: Bu önemli belgesel sınırların sımsıkı kapalı olduğu, iki taraf arasında geçişlerin son derece zor, çoğunlukla imkansız olduğu günlerde yapılmıştı...
Panikos ve Niyazi, “Duvarımız” adlı bu belgesel filmle, yürüyüp ilerleyebilmemiz için bir yol açtılar... İki tarafın “resmi propagandası” bize “yarı gerçekleri” göstermekteydi, toplumlarımızın kendilerini “kurban” görmeleri ve yalnızca kendi acılarına ağlamalarını istiyorlardı... Resmi propaganda bize aynanın tek bir yüzünü göstermekteydi oysa Panikos ve Niyazi farklı bir yol izlediler: Doğrudan insanlara, “gerçeği” bilen sade yurttaşlara gittiler... “Sınır”ın her iki tarafında da röportajlar yaparak bildiklerimizden çok farklı “gerçekleri” gözler önüne serdiler – “sınır”ın iki tarafında çocuklarımıza okullarda öğretilenden farklı “gerçekleri” ortaya koydular... Adamızın iki ana toplumu arasındaki dostluk öykülerine de yer verdiler – bu da gizlenmiş bir gerçeklikti, ancak “propaganda”nın ihtiyaç duyduğu zaman ortaya çıkarılan bir “gerçeklik”...
Ben “Duvarımız” filmini 1990’lı yılların sonlarında Belfast’ta uluslararası bir barış konferansında seyrettim ve bu film bende çok büyük bir etki yaptı... Panikos ve Niyazi “iki toplumlu sözlü tarih” için önümüze bir yol açıyordu – bu adada paylaştığımız fakat bizden gizlenen ve ancak belirli parçacıklarını bildiğimiz bir tarih... Panikos’la röportaj yaptım ve bana Aysozomeno’nun (Arpalık) öyküsünü anlattı... İlk belgesel filmini Aysozomeno’daki (Arpalık) olaylar üstüne çekmişti...
“Eğer bu adada barış istiyorsak” demişti bana, “o zaman yıkılıp yok edilmiş olandan başlamalıyız, öncelikle gidip Aysozomeno’ya bakmalıyız...”
Onun bu sözcüklerini yıllar boyunca içimde taşıdım, o sözcükleri hala bir hayat dersi, bir hazine, acıyla gözgöze gelmiş ve bu adada meydana gelmiş tüm olaylara çok üzülmüş olan birisinden gelen sözcükler olarak içimde taşıdım... Panikos’un daha sonra çektiği başka filmleri de izledim ve tümünde de çok büyük bir hüzün bulunduğunu keşfettim... Ancak yaklaşık on yıl kadar önce adamızın her iki tarafından da “kayıplar”ı ve toplu mezarları araştırmaya başlayınca, bir kez adada olup bitenlerle ilgili “gerçeği” öğrenince üzüntülerden kaçışın olamayacağını anladım... Olup bitenleri öğrendikçe insan üzülüyordu, hüzünleniyordu ve bu her an her yerde size eşlik etmeye başlıyordu... Poli’ye gidip de orada Cengiz Ratip’in başına gelenleri düşünmeden edemiyordum... Çatoz’un yakınından geçip de bir “yetkili”nin emri üzerine onca Kıbrıslırum esirin kafaları kesilerek ve aynı zamanda vurularak kuyuya atılmış olduklarını düşünmeden edemiyordum... Artık Galatya’ya gidip de Tavros (Pamuklu) köyünden gencecik bir kız olan Andrula’nın başından geçenleri düşünmeden edemiyordum: Birkaç mücahit ve birkaç Türk askeri, bu kıza ve onun kızkardeşlerine tecavüze kalkışmış, sonra da Andrula’yı öldürmüşlerdi... Andrula’yı Galatya’da bir tarlaya gömmüşlerdi... Yaşlı bir Kıbrıslıtürk bana bu gömü yerini göstermişti: Onu şironun kepçesine koyarak Galatya’ya getirmişler ve tarlanın “ohtosu”na gömmüşlerdi... Andrula’nın kızkardeşleriyle ve erkek kardeşi Sotiri’yle de buluştum ve konuştuk... Birlikte Tavros’a (Pamuklu) gittik... Evlerini bulduk... Boğaz’da oturup röportaj yaptık... Sotiri, Kıbrıslırumlar Karpaz’dan kovuluncaya kadar geçen süre içerisinde, bir Kıbrıslıtürk polisten çat pat Türkçe öğrenmişti... Şimdi Leymosun’da yaşıyordu... Bu yüzden Karpaz’a gitmek de insana hüzün veriyor: Pamuklu’nun (Tavros) veya Kalecik’in (Gastria) yanından geçmek, bu yerlerde yaşanmış olan tecavüz girişimlerini, tecavüzleri hatırlatıyor... Bir zamanlar Kumyalı’yı (Koma tu Yalu) çok severdim – burada sahilde bulunan Turizm Otelcilik Okulu’na ait o sade otelde birkaç kez tatil de yapmıştık... Ama bu kısa tatiller henüz Kumyalı’da yaşanmış olanları bilmediğim yıllarda olmuştu... Sonra bir Kıbrıslıtürk okurum beni arayıp buldu ve Kumyalı’da, genç kızları evli kadınlardan ayırarak bu gencecik kızları bir eve kapattıklarını ve orada bazı Kıbrıslıtürkler’in bu kızlara sistematik biçimde tecavüz ettiğini anlattı... Bu tecavüz kurbanlarından birisiyle karşılaştıktan sonra artık Kumyalı’ya gitmek istemedim... Tıpkı Dohni’de ve Zigi’de (Terazi) olanları öğrendikten sonra bu yerlere gitmek istemeyişim gibi... Baf’ta Mutallo’dan, Pomo’dan, Hulu’dan, Lefkoşa dışındaki Maşera ormanından, Minareliköy’den (Neahorgo Kitrea) ve Değirmenlik’ten (Kitrea) geçmek istemeyişim gibi... Veya Balıkesir’den (Palekitre), Stroncilo’dan (Turunçlu) veya Trahoni’den (Demirhan) geçerken içimin hep aynı hüzün ve aynı bulantıyla dolması gibi... Tüm bu yerlerde masum Kıbrıslıtürkler ve masum Kıbrıslırumlar, soğukkanlılıkla öldürüldüler ve tüm bu cinayetleri işleyenler de asla ceza görmediler... Her bir bölgede neler yaşanmış olduğunu öğrendikçe, adamızda dolaşmak bana daha çok hüzün vermeye başlamıştı... Böylece Panikos Hrisantu’nun filmlerinin de neden o kadar hüzünlü olduğunu anlamaya başlayacaktım...
Bir zamanlar çok güzel bir gülüşüm vardı – bir keresinde Litvanya’daki uluslararası bir kadın konferansında Letonya’nın o günlerdeki Cumhurbaşkanı Bayan Barbara, basın toplantısı ardından yanıma gelerek “Yürekten gülümsüyorsun! O kadar anlamlı bir gülüşün var ki!” demişti... Alfamega’ya alışverişe gittiğimde, karşılaştığım bazı Kıbrıslırum kadın arkadaşlarım yanıma gelip “Gülüşün yürekten geliyor! Günışığı gibi!” diyorlardı... Ben de daha çok gülümsüyordum...
“Kayıp” Kıbrıslıtürkler’in ve “kayıp” Kıbrıslırumlar’ın başlarına neler gelmiş olduğu hakkında son on yıldır yürütmekte olduğum araştırmalar ardından bu gülüşü kaybettim... Şimdi daha az gülümsüyorum ve Kıbrıs’ta gerçekte neler olduğu hakkında öncü bir film yönetmeni olan Panikos Hrisantu’nun filmlerinin neden o kadar hüzünlü olduğunu çok daha iyi anlıyorum...