GERÇEK ÖNCELİK
İnsan tarih boyunca güvenlik aramış. Yaşamak her an nereden ve ne biçimde geleceği bilinemeyen ölüme karşı bir direniş aslında. Nefes almak, yemek yemek, giyinerek soğuktan ya da sıcaktan korunmak; bunların tümü ölüme yenilmemek için. Küçük bir gaflet anı, bir dikkatsizlik bile ölümün zaferi ile sonuçlanabiliyor. Diğer yandan da kolay ölmüyor insan. Beden kendini onarıyor sürekli, tehlike anlarında bir refleksle yaşama tutunuyor. Hem kırılgan hem de olabildiğine güçlü insan bedeni. Diğer yandan ruhsal varlıklarımız ve bunun bedene yaptıkları da söz konusu. İncinen ruh dışarıdan görünmüyor. İncinen ruhu edebiyat anlatıyor en çok da.
İnsan insanın kurdu. Hem fiziksel hem ruhsal varlıklarımız birbirimizin tehditti altında. Uygarlaşmak bu tehdittin denetim altına alınmasının tanımı aslında. Uygarlaşarak ölüme karşı direnilirken bir yandan da insanın insana verebileceği zararlar da denetim altında tutulmaya çalışılıyor.
Her birimizin hayat hikayesi başkalarının bize verdiği ruhsal zararlarla dolu. Aynı şeyi biz de bilinçli ya da bilinçsiz başkalarına yapmışızdır. Bunları denetim altına alacak mekanizmalar oluşturmuş toplumlar. Dinler böyle bir ihtiyaçtan doğmuş, sonra kendi kendilerini yozlaştırmışlar.
Bu vahşi hayat ormanında her an tetikte durmak zorundayız bedenimize ve ruhumuza gelebilecek zararlar karşısında. Hani doğa belgesellerinde olur ya; bir an otların arasında bir karaltı görünür ve düşman avına doğru ilerlemektedir; tam da öyle işte. Çoğu insan bir kirpi gibi. İçleri öylesine yumuşak ki kendilerini koruyabilmek için dikenlere sahip olmak zorundalar.
Eğer birbirini kollayan, kalbi güzel insanlar arasında, barışçıl bir sistem içindeysek bir kirpi dikenlerine ihtiyacımız kalmıyor. Psikoloji son sıralar iki insan tipi üzerinde yoğunlaşıyor: Empatlar ve narsisler. İşin kötü yanı narsislerin son derece zeki ve çekici olabilmesi. Bizi fena halde cezbedip ağlarına düşürebiliyorlar.
Diğer yandan birinin diğerini sömürüsü, ezmesi üzerine kurulu hiyerarşik sistemler, bilumum baskı ve kötülük biçimleri ile karşı karşıyayız.
Dünyanın bütün sabahlarına gözümü açarken hayatın içinde nerede durduğum, var olmanın, insan olmanın anlamları üzerine düşünmüşümdür hep. Bu zor insan olma zanaatında ne kadar başarılı olduğumdan hiç emin değilim.
Kimi zaman bir başka insanın davranışları fiziksel, ruhsal varlıklarımız için öylesine büyük bir tehlike oluşturuyor ki hayattaki bütün gündemlerin önüne geçiyor bu.
Birisinin bize karşı kötücül planları ve davranışını fark etmemiz bizi strese sokuyor. Stresle vücudumuzda oluşan toksin beyne yöneliyor ve bu bulanıklık içinde sayısız hata yapmaya başlıyoruz. Dikkatimiz dağıldığı için pek çok şey ters gidiyor hayatımızda. Cüzdanımızı evde unutuyoruz, telefonumuzu bir yerde düşürüyoruz, anahtarımızı kaybediyoruz, bir randevunun saatini karıştırıyoruz vs. Bunlar daha hafif durumlar, toksinin miktarına bağlı olarak dikkatsizlikle kaza yapmamız, bir arabanın altında kalmamız filan da mümkün.
Tersini de düşünelim. İçimizi ısıtan, öz güvenimizi yükselten, taşıdıkları ışıkla önümüzü aydınlatan, verdikleri sevgi ve özenle bizi ruhsal ve fiziksel anlamda güzelleştiren insanları…
Bu ışık taşıyıcılık son derece keyifli bir şey ama bir yandan da yorucu. Bir zamanlar kendi yaralarımı dikkate almadan benim gibi yaralı bir insan için bir ışık taşıyıcısı olmaya soyunmuştum. Bu her şeyin iyi gitmesi demekti. Benim verdiğim ışık onda da bir enerji oluşturuyor ve bana sevgi ve özen olarak geri dönüyordu. Birden yorulup kendi yaralarımın acısıyla sersemlediğimde her şey berbat olmuştu. Ondan bana doğru gelen ışığın kaynağının ben olduğunu acıyla fark ettim o an. Determinist bir durum değildi tabii olan biten. Araya giren pek çok görünür ya da görünmez faktör söz konusuydu.
Nasıl ki yemek yiyerek, su içerek kendimizi ölümden koruyorsak ruhsal varlıklarımızı da korumalıyız bir biçimde. Ruhumuza ve dolayısıyla da bedenimize zarar veren toksik ortamlardan kurtarmalıyız kendimizi. Bir ilişkiden, bir iş yerinden, bir projeden uzaklaşmak için radikal kararlar almak kaçınılmazdır kimi zaman. Hiçbir şey bir insanın bedensel, ruhsal sağlığından daha değerli olamaz. Bazen hayatın karmaşası bizi öylesine tüketiyor ki gerçek önceliği göremiyoruz. Gerçek öncelik hayat ve mutluluk olmalı her zaman.