1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. GERÇEKLE KARŞILAŞAN BİR ÜLKE, GERÇEKLİKTEN KOPAN BİR REJİM…
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

GERÇEKLE KARŞILAŞAN BİR ÜLKE, GERÇEKLİKTEN KOPAN BİR REJİM…

A+A-

 

Eski Yunan’dan bugüne tarihe, coğrafyaya, meşrebe ve ideolojiye göre kılıktan kılığa sokulan demokrasiyi körlerin fili tarif ettiği gibi tarif etmeye devam ederken, ortak aklımızı bir türlü devreye sokmayı beceremediğimiz için birbirimize reva gördüğümüz haksızlıklar, birbirimize biriktirdiğimiz öfkelerle katlanarak büyüyor…

Herkesin devranın dönmesini, sıranın kendisine gelmesini ve o gün geldiğinde biriktirdiği kini kusarak yılların acısını çıkarmayı, o büyük rövanşı beklediği bir coğrafya burası…

Herkes ancak canı yandığında, canının yandığı yerden ve canının yandığı kadar bağırıp “başkalarının” can acısını umursamadığı için, herkesin kendi can acısı tarihinden ibaret, parçalı hafızaya sahip bir insan sürüsüyüz sadece… Bu yüzden tüm mühendislik girişimlerine rağmen toplum olamayışımız, toplu bir hafızaya sahip olamayışımız…

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” derken, arzusu ve iradesi başına geçirilenleri milletten saymadığımız için arzularımız ve irademiz başımıza geçirilirken yaşadığımız şaşkınlık.

İstanbul seçimlerinde hoşlanmadığı sonuçlarla karşılaşan iktidarın sandık arkası numaralarını, İstanbul’un Büyükçekmece’sinde kolluk kuvvetlerinin ev ev basıp seçmen kontrolü yapmasını “olabilir mi böyle bir şey?” şaşkınlığıyla karşılarken, on yıllardır Kürt seçmenin gözlerden özenle gizlenen Olağanüstü Hal koşullarında ne yaşadığını sanıyorduk?

Kürtlere müstahak gördüğümüz her ne varsa sadece küçük bir demosuna İstanbul seçimlerinde tanık olmak asabımızı bozuyor ve “irademize sahip çıkmak için gereken her yola başvurmaktan” söz eder hale geliyorsak, 40 yıldır sinir uçları paramparça edilen, yeri gelince bok yedirilen, yeri gelince evleri köyleri yakılan, yeri gelince cenazeleri sokak ortasında çürütülen, zırhlı araca bağlanıp sürüklenen,  seçilmiş siyasetçileri birbirine bağlanarak gezdirilen Kürtler kadar güçlü değil mi yoksa “asabımız”?... Zira malum, Kürtlere “eğer bir haksızlık varsa hakkınızı dağa çıkarak değil, demokrasi içinde arayın” ahkâmını kestik bunca zaman… Dağa çıkmak yerine demokratik siyaseti seçenlerin partileri kapatılırken de, siyasetçileri meclisten saçlarından sürüklenerek hapse atılırken de susup izleyen bizdik. Devletimiz ve medyamız bize siyasetçilerinin de terörle iltisaklı olduğunu söylemiş, şıpınişi inanıvermiştik biz de… Şimdi, gözümüzün içine baka baka, İstanbul’da sandığa gidip oyunu kullanan annelerimizi, babalarımızı, bizleri “sandık darbesinin bileşeni” olmakla suçlayan iktidara hayretten kocaman açılmış gözlerle bakarken neyin şaşkınlığını yaşıyoruz?

“Kazan öldü!” diyor Erdoğan rejimi… E işte… Kazan doğurduğunda inandın da, kazanın öldüğüne niye inanmıyorsun?...

“Başkalarına” (!) onca şey yapılırken neyi gerekçelendirdiysek, neye suskun kaldıysak onun bedelini ödüyoruz topyekûn…

Türkler Kürtlere yapılanları kayıtsız gözlerle izlerken, Kürtler “herkese” yapılanları “keser döner sap döner” yaklaşımıyla izlerken, Laikler muhafazakârlara, muhafazakârlar laiklere ceplerinde taşıdıkları “oh olsun” kartlarını sallarken, herkes herkesin ötekisiyken ve herkes ötekinden nefret ederken ve herkesin herkesten nefret ettiği coğrafyada herkesi birbirine kırdırarak yönetmek bunca kolayken… Herkesin herkesteki kuyruk acısı sızım sızım sızlarken ve herkes sırasını beklerken… Bu sonsuz rövanş duygusu hiç bitmeyecek…

Ta ki demokrasiyi bir parmak sayısı meselesinden çıkarıp, prensipler üzerinden düşünüp konuşmaya başlayabileceğimiz, birlikte yaşamanın ancak ve ancak gerçek bir çoğulculukla mümkün olabileceğini kavrayabileceğimiz güne kadar…

ERDOĞAN REJİMİ GERÇEKLİKTEN KOPARKEN…

Eski Türkiye’nin özürlü demokrasisinin, çarpık hukukunun tüm bariyerlerini aşarak iktidara gelen, yerine eskisine rahmet okutacak biçimde kalan demokrasiyi sakatlayıp hukuku yerle yeksan eden AKP tarih şuurunu tümden yitirmiş olmalı ki, kendi seçmeninin, kendi yandaşlarının bile vicdanını rahatsız edecek ölçüde şeytanın aklına gelmeyecek yöntemlerle seçim sonuçlarını değiştirmeye çabalıyor.

AKP Genel Başkanı, vaktiyle %25 ile İstanbul Belediye Başkanlığına seçildiğini unuttuğumuzu sanarak aklımızla oynarcasına “13-15 bin oy farkıyla İstanbul yönetilmez, halkın içine sinmez bu” diyebiliyor %49 oy almış Ekrem İmamoğlu için…

İstanbul’un seçilmiş Belediye Başkanına hakkını teslim etmemek için akıl dışı yöntemlere başvurmaktan çekinmeyen AKP, Mardin’de sınırları daha da zorlayarak %56 oy alan Ahmet Türk’ün yerine mazbatanın %38 oy alan AKP adayına verilmesini istiyor. Hem de ne gerekçeyle: 73 yaşındaki Ahmet Türk’ün Belediye Başkanlığı yapamayacak kadar yaşlı olduğu gerekçesiyle!... 78 yaşındaki AKP’li Mehmet Kahraman’a TBMM başkanlığı yaptıran bir iktidar için ne hazin değil mi?...

Daha önce 7 Haziran genel seçimlerini geçersiz saydırmayı başarıp 1 Kasım’da istediği sonucu almayı başaran Erdoğan rejimi, benzer oyunu yerel seçimler için oynamaya yelteniyor. Ancak gerek 7 Haziran- 1 Kasım süreci, gerek Başkanlık rejiminin önünü açan 2017 referandumu ve ardından Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimleri süreci rejimin, demokrasinin cidarlarını zorlamasıyla yol alabildi. Yapılan her zorlayıcı müdahalenin, toplumun demokratik sisteme, seçimlere olan güvenini zedelemesi, iktidara gelişini sandık demokrasisine bağlayan bir rejim için sadece bir çelişki değil, aynı zamanda onun meşruiyetinin de altını oyan bir büyük hata olduğunu göremeyecek kadar gerçeklerden koptuğunun göstergesi. “Bu rejimin sorunu” denebilir… Hayır, rejimin gerçeklikten koptukça Türkiye’yi nereye sürükleyeceğini bilemiyor, kestiremiyor olmamız, hepimizin sorunu… Toplumun demokratik sisteme, seçimlere olan güvenini yitirmesi hepimizin sorunu…

SURİYELİ NEFRETİ VE BOLU ÖRNEĞİ…

Bolu’da göreve başlayan CHP’li Belediye Başkanının ilk icraatı Belediye’nin kentteki Suriyelilere yardımlarını kesmek oldu. Suriyeli sığınmacılara Türkiye genelinde yaygınlaşan tepkinin uç verdiği yerlerden biri Bolu… İstanbul Fatih Belediye Başkanlığı için yarışan İYİ Parti adayının söylemi de benzer biçimdeydi. CHP’li başkan “kendi çocuklarımızın rızkını Suriyelilere yedirmeyeceğim” diyor. Bolu’da 169.487 Suriyelinin bulunduğu biliniyor (www.multeciler.org.tr) İl nüfusunun yaklaşık %6 sına denk düşen bu kitleyi akılcı ve kapsamlı bir proje üretmeden yardımı kesmek, Bolu’daki Suriyelileri kentten uzaklaştırmaya değil, olsa olsa yasadışı yollara, suça itmekle sonuçlanabilir. Bolu Belediye Başkanı düpedüz ırkçı tondaki söylem ve uygulamalar yerine mülteci dernekleri ve kentte yaşayan hali vakti yerinde Suriyelileri bir masa etrafında toplayıp, sosyal demokrat bir anlayışa yakışacak rehabilitasyon, iş edindirme, uyum vb. programları hayata geçirerek bir iyi örnek oluşturabilme imkanını baştan geri çeviriyor. Suriyelileri ülkelerine geri gönderme yaklaşımı bile belirli bir insani çerçeveyi, akılcı bir programı gerektirirken, kentte Suriyelilere nefreti körükleyecek, hedef göstererek çatışmaya zemin oluşturacak söylemlerin faturasını tüm toplumun ödemek zorunda kalacağını anlamak ve anlatmak için hala zaman var…

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2538 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar