'Gerçeklik' koca bir yalan!..
Hiçbir ressam Pablo Picasso kadar yaşadığı yüzyıla damgasını vurmayı başaramamıştır. Ressamın 1881 doğumlu olduğunu biliyor muydunuz? 25 Ekim 1881 tarihinde İspanya’nın güneyinde, büyük beyaz bir evde dünyaya geldiğinde, neredeyse gece yarısı olmak
Hiçbir ressam Pablo Picasso kadar yaşadığı yüzyıla damgasını vurmayı başaramamıştır. Ressamın 1881 doğumlu olduğunu biliyor muydunuz? 25 Ekim 1881 tarihinde İspanya’nın güneyinde, büyük beyaz bir evde dünyaya geldiğinde, neredeyse gece yarısı olmak üzereymiş. Saat tam olarak 23.25’ti. Aramaktan, bulmaktan ve yaratmaktan bir an bile vazgeçmeyen küçük dâhinin doğumuyla başlayan hikâyenin en can alıcı yanı, belki de, nefes almaya başladığı ilk dakikalardı. Bir dâhinin doğum anını anlatmak için büyülü kelimeleri şapkadan çıkarmak gerek! Ve okuyanların meraklı ve şaşkın bakışları arasına öyle cümleler fırlatmalı ki bir anlık nefes dilimi içinde dünyayı karşısına alma cesareti gösteren küçük dev adamın yaşamöyküsünün sihri sarmalı herkesi… Hiç kuşku yok ki dünyaya cesaretle kafa tutmasının altında onunla aynı boyda olacağından emin bir tavır bulmak kesindir. Mavi yoksa kırmızıyı kullanır. Onun resminin “özgürlüğünü” belirten belki de en önemli anlam kırmızıyla mavinin yer değiştirdiği bu cümlede saklıdır. Çoğunuza özensiz, üstünkörü, çiziktirilmiş gibi gelen resimlerin içinde hızlı ve belirgin fırça darbelerinin arasına gizlenen bedenlerde sanatçının yaşamına ait notlar vardır. Kuşkusuz özensiz, belirgin şekilde aldırmaz görünen görünümler aslında yepyeni bir canlılığın işaretidir. Sonuç olarak Picasso’da kendini devamlı yenileyen bu tavır onun resmindeki büyük özgürlüğe tanıktır. “Özgürlük” diyor Picasso kendini anlattığı bir metinde “özgürlük konusunda çok dikkatli olmak gerekir. Her şeyde olduğu gibi, resimde de. Bir şey yaptığın anda zincire vuruluverirsin.” Zincirlerden kurtulmanın bir yolu, yöntemi var mıdır? Galiba en iyisi “bir şey yapmama özgürlüğü” diyor sanatçı. Bu da hepimiz için geçerli sanırım. Yapmama özgürlüğü zorunlu olarak bir başkasını yapmayı gerekli kılıyor. Peki, sonuç? Yine zincirler. Devir daim eden “yapma ve yapmama” ikilisi arasında bir denge kurmanın gerekliliği ise kaçınılmazdır. Aynı sözcüklerle ya da tümüyle bambaşka veya bazen de tam karşıtı olabilmek nefes aldığımız yaşamın çetrefilleşen her yolunda. Belki de hiç bu kadar sorgulamadan devam etmek yola. Açılan her kıvrıma razı olarak. Yapmak ve yapmamak arasına preslenen bir yasanın çekirdeğine çekilmeden, kaçarak “ne çıkarsa bahtıma” diyerek gelişen her şeyde yoğrulmak. Ama bir sanatçı buna da katlanamaz. Hele de dahi ve aynı zamanda da deliyse! En bilge sözler bir delinin hatıratından çıkmış değil midir? Sizce? Konuşmak tohum ekmek gibidir. Tohumlar bazen filizlenirler ve yeni tohumların oluşumuyla yola devam ederler. Bazen de yok olup giderler. Gerçek sanatçılar ise ne kelime ile ne de resimle ve de kütleyle kısaca malzemeyle, yani yaptıklarıyla/yarattıklarıyla asla tatmin olmuyorlar. Picasso sonuna kadar resimle savaşarak sonsuz bir hayatı yaşamanın verdiği bedeli ödedi; yarattıklarıyla asla tatmin olmayarak. Hayatta durduğumuz anda yeniden sıfırdan başlamak gerekliliği kaçınılmazdır. Hamza İnanç demişti bir zamanlar “imzayı resme attığım anda bitmiş demektir.” Çok düşündüm bu söz üzerine ama daha sonraları birçoğunda gördüm ki sadece “imza” yetmiyor SON’a varmaya! Belki bir tuvali bir daha el sürmemek üzere kendiyle bırakabilir ressam ama son denen NOKTA’ya varmak; kimi tanıdıysam ve sanatsal üretim süreçlerinde yanlarında olduysam gerçekleşmemiştir. Bu nedenledir ki tüm sanatçılar ölümsüz olduklarına inanır. Sanatçılar genellikle çok uzun yaşarlar. Yıllarca, yüzyıllarca bugünden geleceği görebilmek yetisine sahip bir sihirli süreçtir onlara bahşedilen yaşam… Ve Dali, ve Matisse, ve Van Gogh ve de Picasso hala yaşıyor! Ve daha niceleri!
Gerçeklik mi? Hangi gerçeklik? diyor Picasso, “gerçeklik var olmaz. Eğer gerçekliği tuvalimde arıyorsam, bu gerçeklikle yüz tuval boyayabilirim. Bu durumda hangisi gerçektir? Gerçek/lik hangisindedir; bana model olanda mı, benim resmettiğimde mi? Hayır, sonuçta hepsi aynı kapıya çıkar.”
Gerçeklik diye bir şey yoktur!
Küçükken kim demişti bize: “Gerçeklik koca bir yalan!..”
Picasso’nun gerçekliği aynen şöyledir: “aramaktan ve bulmaktan vazgeçmeyen bir ressam, savaşa ve zorbalığa her zaman yapıtlarıyla karşı çıkmış, sanatını olağanüstü etkili bir silaha da dönüştürebilen bir siyaset adamı, zamanı kucaklayan, değiştiren bir şair, bir matador, bir boğa.”
1936 yılında İspanya’da iç savaş patlak verir. İspanyol Cumhuriyetçilerinden yana olduğunu açıkça gösteren Picasso, General Franco’nun faşist partisine karşıdır. Bu dönem onun en sıkıntılı, ikilemli ve değişken ruh haliyle bir gün ressam, bir gün şair daha ertesi gün ise şarkıcı olmaya kalkıştığı ama her şeyden vazgeçerek ille de resim dediği döneme rast gelmiştir. Bu karamsar dönemi yaşadığı yer Juan-les-Pins’tir. Yani vatanından kilometrelerce uzaktadır. Ama bu onun ülkesinde yaşananlara karşı duyarlılığını ve tavrını belirlemesinde etken olmaması anlamına gelmemiştir. Neden? Çünkü Onun her zaman özgürlüğe karşı temel, yaşamsal bir eğilimi olmuştur. İspanya Savaşı ile birlikte kendi özgürlüğü, halkının ve ülkesinin özgürlüğü tehdit altındadır. Hiş kuşkusuz tüm bunların etkenliğinde bir Cumhuriyetçi’dir. O dönemdeki “aydın kafalar”, “direnmek” gerekliliğinin anlamını bilen ve uygulayan kişilerdir. Sanatçı olmanın ötesine geçer artık Picasso ve Cumhuriyetçilerin tarafında olmak her şeyden önce siyasal bir anlam taşıyordu. Savaş ilerledikçe Cumhuriyetçilerin akıbetinin sonu hazindir. Katledilmişlerdir. Haberler kötüdür ve faşizm hızla yayılmaktadır. 1937’de Fransız Hükümeti büyük bir sergi düzenleme kararı alır. Cumhuriyetçiler için, İspanyol hükümetinin bu sergide en iyi şekilde temsil edilmesi hayati önem taşır. Picasso’dan İspanya pavyonu için bir yapıt üretmesini rica ederler. Hepinizin tahmin ettiği gibi bu yapıt “Guernica”dır. Esin kaynağı ise, 1937 Mayıs’ında Guernica’nın Franco’nun uçakları tarafından vahşice bombalanmasının Picasso üzerindeki yarattığı derin etkidir. Guernica, 20. yüzyılın belki de en önemli, trajik tablosudur.
Tüm bu sanatın öyküsü dizgesi içinde Picasso’nun hayatına açılan pencereden geçerek, bir sanatçının yaşamöyküsünün iç odalarında dolaştığımız cümlelere geri dönmek üzere bir parantez açmak istiyorum. Son zamanlarda özellikle sanat ortamında “siyaset” ve “sanat” kavramlarının oldukça sık bir araya getirildiğini gözlemliyoruz. Gerek kişisel gerekse grup sergilerinde, sanat dergilerindeki “içerikli” yazılarda, makalelerde, bazen gazete köşelerinde, panellerde ve her şeyden önemlisi bienallerde “sanat ve siyaset” başlığı öncelikli konsept olarak yer buluyor ve tartışılıyor. Bazı sanat eleştirmenlerinin, yazarlarının ve hatta sanatçıların konunun kapsamını daha da genişleterek “siyaset yazarı” olma yoluna dem vurduklarını da belirtmeden geçmek istemiyorum. Tabii içerikte “güncel siyaset” bağlamında yazıların ve tartışmaların şekillendiğini görüyoruz. Bu konuda özellikle Beral Madra ve Bedri Baykam gelecek kuşağın eğitilerek, uyarıcı ve eleştirel yapıda görüşlerin beslenmesi gerekliliğini vurguluyorlar. Yazıların içeriğinde şu başlıklara açılan sorulara ve sorunlara yanıt arama çalışmaları var:
· Siyasetin sanatı desteklemesi ve koruması gerekliliği
· 1917 Devrimi’nden günümüze sanat-siyaset ilişkileri
· Devletin ve yerel yönetimlerin sanat kurumları oluşturması gerekliliği
· Kamunun desteğinin paraya dayalı özgürlüğü kısıtlayıcı/engelleyici egemen konumunun oluşturulduğu ve bunun tamamen kalkması gerekliliği
· Küresel sermaye sanatı yönetiyor mu? Yönlendiriyor mu?
· Küreselleşme geri kalmış ülkelerin ulusal sanatlarını görmezlikten gelip yok ediyor mu? Diğer bir deyişle yerle bir edip ezip geçiyor mu?
· Sanatçı bağlamında “sanat ve siyaset” düşünüldüğünde yaşama karşı duruşunun siyasal olması
· Sanatın oksijeninin demokratik-laik devlettir ilkesinin geçerliliği
· Küratörlük sistemi
· Avrupa Birliği fonları
· Devletin eğer sanata katkısı parasal olursa “denetleme” hakkının olup olmadığı
Tüm bu başlıklar “sanat ve siyaset” bağlamındaki her yazıda farklı ara cümlelere sahip olsa da tartışılıyor. Yeni sorularla, sorunların bir yelpaze gibi kendi içinde açılıp kapandığı bir süreç yaşanıyor sanat piyasasında… Özellikle de son 20 yılın bilânçosunu değerlendirdiğimizde. (1980 sonrası süreç demek belki daha doğru olacak.) Aslında hepsine serinkanlı ve iyimser bir tavırla yaklaşmak galiba en temel prensip olmalı. Sanatın ve siyasetin iki ayrı küme olduğunu düşünürsek ve her birini ayrı ayrı değerlendirdiğimizde “ortak kümede toplananlar ne?” diye bakarsak ulaşacağımız sonuç: “Sanatın ve siyasetin ortak kümesinde insan vardır.” olacaktır. Ver insanları “etkilemek” adına birbirlerine “rakip” oldukları, ama bir o kadar da “ihtiyaç” duydukları da güncel siyasi arenada bir gerçektir. “Sanata siyaset bulaştırılmasına” hatta iki olgunun yan yana kullanımına bile sıcak bakmayan görüşlerde bile “kitle kültürü çağında politik bir imge” olarak sanatla siyasetin yan yanalığını “politik geniş görüşlülük” olarak destekliyorlar. Siyasetin sanata değil sanatın siyasete bulaşmasıdır esas olan bu düşüncenin alt başlığında. Somut veriler/örnekler o kadar çoktur ki: 19 yüzyıla kadar sanat “egemen sınıfların” hizmetinde olmuştur. Örnek vermek gerekirse Mısır Piramitleri’nden tutun da Gotik şaheser Notre Dame’a kadar... Rönesans’ın ünlü Medici Ailesinin göz bebeği Boticelli’den tutan da, İmparator V. Charles’ın, elinden yere düşürdüğü fırçasını eğilip alarak onurlandırdığı Tiziano’ya kadar… Sanırım farkındasınız! Tüm bu örneklerden çıkarılan sonuç: “egemen güçler”in sanatı desteklediğidir. Sanatçılar da onların egemenliklerini imgeye dönüştürmüşlerdir. Saygınlıklarına saygınlık katılmıştır. Buram buram “burjuvazi” kokan resimler, katedraller, kiliseler, heykeller… Buram buram “saltanat” kokan minyatürler, camiler, saraylar, çiniler, seramikler…
Bugünün güncel/çağdaş/postmodern sanatını destekleyen, yönlendiren bir “burjuvazi”den söz edebilir miyiz?
Apaçık: Dün her dönemin belirleyicisiydi, modern sanatı destekliyordu bugün ise görünen manzarayı betimlemeye gerek var mı? Tüm bunlar işin mal, pazar, sunmak, sergilemek arasında kalan “kapitalizm” detayları olarak bu yazının ana fikrine tabiri yerindeyse bodoslamıştır. Yani sonuç olarak sergilerin içi boş gösteri alanları ve malın “kaliteli” oluşum sürecinde paralı yazarlarla, reklâmlarla “piyasa” denilen kurda, kuzu yani “sanat” daha doğru bir deyişle “sanatçı” teslim-(iyet) edilir hale gelmiştir. Sanırım “sanat piyasa mı?” başlığında yeni bir yazıya açılım yapıyorum bu aşamada. Belki ileriki bir yazıda! Benim bugün Picasso örneğinden başlayarak kalemim döndüğünce aktarmaya çalıştığım ise sanatın siyasete/siyasetin sanata bulaşması bağlamında “sanatın içeriği olarak siyaset” ve “sanata alan açmakla görevli siyaset” başlıklarını biraz olsun ön plana çıkarmak gibi görünüyordu.
Hiç kuşkusuz, yazı öyle bir dünya ki bazen şaşırtır insanı!
Ve GUERNİCA! Döneminde Picasso’nun ne solcu arkadaşları; ne de sağcı eleştirmenleri resmi beğenmediler. Fakat yıllar geçtikçe bu resim, çağdaş uygarlığın temel taşı oldu. Kasabanın bombalanması bugün tarihsel bir olay olarak değil, bu resmin teması olarak anımsanıyor.
Acaba, siyaset sanatın amaçlarını karşılayabilecek mi? “!?!?”
Sanatın ve siyasetin sonunda mıyız? “!?!?”
DÜNYAYI SANAT KURTARACAK!
Kaynakça:
Lynton, Norbert (Çeviren: Cevat Çapan-Sadi Öziş)., Modern Sanatın Öyküsü, İstanbul, 1982.
Bernadac, Marie-Laure- Bouchet, Paule (Çeviren: Cem İleri)., Picasso: Dahi ve Deli, İstanbul, 2004.