1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Gezi Parkı, Çoğulcu Demokrasi ve Bizimkiler
Gezi Parkı, Çoğulcu Demokrasi ve Bizimkiler

Gezi Parkı, Çoğulcu Demokrasi ve Bizimkiler

Gezi Parkı, Çoğulcu Demokrasi ve Bizimkiler

A+A-


Serkan Tansel
[email protected]


“Senin düşüncelerine katılmıyorum ama düşüncelerini özgürce ifade edebilmen için hayatımı bile verebilirim.”  René Descartes

Taksim Gezi Parkı’nda çevre eylemi olarak başlayan gösteriler nasıl bu noktaya geldi? Türkiye Cumhuriyeti’nin Emniyet güçleri, bir grup ağaç için barışçıl eylem yapan insanlara iki gün üst üste sabahın beşinde sanki düşman veya işgal kuvvetlerine saldırırcasına müdahale etmiştir. Bu insanlara karşı aşırı fiziki şiddet uygulanmış ve çadırları sivil polis oldukları çok belli kişiler tarafından yakılmıştır. Bahse konu şiddeti veya orantısız güç kullanımını Emniyet güçleri ilk kez mi uygulamıştır? Tersine vatandaşa karşı uygulanan bu aşırı şiddet Emniyet Teşkilatı’nın sıradan uygulaması haline gelmiştir. Ama bu kez böylesine barışçıl bir eyleme rağmen kullanılan şiddet halkın farklı kesimlerinde infiale yol açmıştır. Bu infialin başlıca sebebi Recep Tayyip Erdoğan yönetiminin karar alırken halkın farklı kesimlerini yok sayması ve belli bir yaşam tarzını dikte etmesidir. Halkın önemli bir kesimi bunu kendi yaşam tarzına karşı bir tehdit olarak algılamıştır. Erdoğan sürekli yaptığı gibi son olaylardan sonra da takındığı kibirli, aşağılayan ve dediğim dedik tavır yaşananlara tuz biber ekmiştir. Hükümetin başı olarak teskin edici bir tavır takınması gerekirken tam tersi karşı tarafı provoke eden açıklamalar yapmıştır. Bunu yaparken devamlı kendisine oy verenlerden ve sandık sonuçlarından bahsederek demokrasiyi ne kadar hazmettiğini ortaya koymuştur. Bunun adı “Sandık Diktatörlüğü”nden başka bir şey değildir. Erdoğan’ın burada bahsettiği “Çoğulcu Demokrasi” değil, hiç de demokratik olmayan “Çoğunlukçu Demokrasi”dir. Çoğunlukçu demokraside çoğunluk adına alınan kararlar sınırsız ve mutlakken, Çoğulcu Demokrasi’de her türlü azınlıklar çoğunluğun tahakkümüne karşı yasalar, azınlık hakları ve kuvvetler ayrılığı prensibi ile korunmaktadır.  Erdoğan’ın bu tavrı, Emniyet güçlerinin göstericilere uyguladığı şiddetin azalmasına yol açmadığı gibi muhtemelen artarak devam etmesine yol açmıştır. Halka karşı uygulanan kimyasal silahlardan – biber gazı, portakal gazı – tutun da sokaklarda ve karakollarda uygulanan fiziksel şiddete kadar yapılanların toplamı “Devlet Terörü” dür. Bu terör ölümlere yol açma noktasına kadar varmıştır.
Öte yandan bu eylemler Türkiye demokrasisinin bir başka topal yanını tüm açıklığıyla gözler önüne sermiştir. Türkiye’nin ana akım görsel ve yazılı medyası, deyim yerindeyse tam anlamıyla sınıfta kalmıştır. Mevcut iktidarın medya üzerinde ne kadar tahakküm kurduğu gözler önüne serilmiştir. Teşbih de hata olmaz; başta İstanbul’da kan gövdeyi götürürken ana akım medya da bu olaylar uzun bir süre görmezden gelinmiştir. Direniş yapan halk kesimi bu konuda da çok önemli tepki koyarak bahse konu medya temsilcilerine gerekli dersi bu süreç içerisinde vermiştir. Direnişçilerin medyanın bu üç maymunu oynayan tavrına rağmen organize olması ve dayanışma sağlaması 21.yy’ın bir gerçekliği olan sosyal medyanın kullanılması yatmaktadır.
Peki, bundan sonra ne olacak veya ne olmalı? Türkiye’nin birçok kentine yayılan, halkın farklı kesimlerinin desteklediği direniş eylemlerinin demokrasi mücadelesinde önemi büyüktür. Bu direniş barışçı bir şekilde devam ederken sendikal örgütlerin de Genel Grev kararı ile eylemlere destek vermeleri gerektiğini düşünüyorum. Günün sonunda hedef, mevcut erkin işin ciddiyetini görmesini ve gerekli demokratik adımları atarken mütecaviz ve mütehakkim siyaset yapma tarzını değiştirmesini de sağlamaktır. Bir başka deyişle Erdoğan’ı çoğulcu demokrasinin gereklerini yapmaya zorlamak gerekir. Bunların başında halkın farklı kesimlerinin yaşam tarzlarını kısıtlayan ve Emniyet teşkilatının alışkanlık haline getirdiği kendi vatandaşına karşı insan haklarından yoksun uygulamaların önüne geçmek olmalıdır. Bunun yanında bu eylemlerle ortaya çıkan görsel ve yazılı medyanın iktidar ile olan ilişkisi sorgulanarak yasallar çerçevesinde birbirinde izole edilmesi bir diğer önemli hedef olmalıdır. Uzun lafın kısası eylemcilerin talebi daha fazla demokrasi ve özgürlük olmalıdır.
Tüm bunların ötesinde ünlü filozof Slavoj Žižek, Türkiye’deki direnişi selamlarken sisteme dair analizi çok güzel yapmıştır: * “Yaygın bir şekilde ‘ılımlı İslam’ ülkesi modeli olarak algılanan ve ekonomisi hızla gelişen bir ülkede bu öfkenin patlak vermesi, hastalığın nedenlerini de açıkça ortaya koyuyor. Bu tepkinin nedeni, vahşi neoliberal ekonomi ile dini-milliyetçi otoriterliğin kaynaştırılması girişimidir (…) Bu protestolar serbest piyasanın toplumsal özgürlük anlamına gelmediğini, ancak otoriter politikalarla gayet güzel bir arada bulunabileceğinin canlı kanıtıdır.”  Otoriter politikalar ile neoliberal ekonominin yürütüldüğü ve ekonomisi hızla büyüyen diğer bir ülke de Çin Halk Cumhuriyeti’dir. “Komünizm” ile yönetilen ve dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisine sahip bu ülkede demokrasiden ve özgürlüklerden bahsetmek mümkün değildir.
Son bir söz de “Bizimkiler” e söylemek gerekiyor. Kıbrıs’ın kuzeyinde sol siyaset de Türkiye’deki olaylardan gereken dersi çıkarmalıdır. Türkiye ile doğru bir düzlemde kurulması gereken ilişki için doğru analiz yapılmalıdır. “Vesayet” olgusunun tartışıldığı bu günlerde, muhafazakâr ve otoriter siyaset ile neoliberal ekonominin birlikteliği doğru okunmalıdır. Hele ki iktidar rüyası görerek, Türkiye’deki mevcut otoriter siyasi erk ile kol kola siyaset yapmaya kalkan kimi “solcularımız” bu konuda esas ders alması gereken siyasetçilerdir.

 

*Slavoj Žižek’in 31 Mayıs Direnişi için Mesajı : http://wikibedia.com.tr/

Bu haber toplam 1367 defa okunmuştur
Gaile 217. Sayısı

Gaile 217. Sayısı