Gezi Parkı ve Müslüman Demokratın Krizi
Gezi Parkı ve Müslüman Demokratın Krizi
Mustafa Ongun
[email protected]
Türkiye’de yaşananlar üzerine daha şimdiden birçok şey yazıldı ve söylendi. AKP’nin yeterince demokratik olmadığı, gün geçtikçe daha otoriter bir yapıya büründüğü, başbakanın uzlaşmaz tavırlarının artık “padişahlık” seviyesine geldiği üzerine neredeyse her şey söylendi. Söylenmeyen ve söylenmesi gereken başka bir şey kaldı mı diye şöyle bir düşündüğümüzde sanırım bir konu üzerinde yeterinde durulmadığını söyleyebiliriz. Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinden çok temsil ettiği anlayış biçiminin içinde bulunduğu ‘kriz’ sanırım pek de irdelenmedi. Bu noktada biraz daha farklı bir yazı yazmak isteyen biri için sorunun bu kısmına yönelmek anlamlı olabilir diye düşünüyorum.
Şunu söyleyerek başlayalım. Anlayış biçimi derken, politik bir duruştan bahsetmeyeceğim. Yani Erdoğan’ın anlayışı otoriter mi, demokrat mı şu mu bu mu üzerine yazmayacağım. İlk bakışta haklı olarak problemin demokrasi ile ilgili olduğunu düşünsek de, sorun Tayyip Erdoğan’ın demokrasiye inanıp inanmamasından çok onun ahlaki anlayışı ile politika arasında kurduğu ilişki biçimidir. Bu faktörü anlamak sorunun kökenine inmek ve bundan sonra ne olacağını anlamak için oldukça önemlidir.
Halihazırda birçokları tarafından bahsedilen etkenler bir yana, Gezi Parkı olayları kendine Müslüman demokrat diyenlerin yaşadığı bir krizi de ortaya koymaktadır. Bunu biraz daha açabilmek için Müslüman demokratın temel özelliklerine kısaca bir bakmaya çalışalım. Müslüman demokrat, bilindiği üzere İslam’ın kurallarına göre yaşayan bir karakterdir. Bu Müslüman demokratın Müslüman ahlakıdır. Ancak Müslüman demokrat bu anlayışla sınırlı değildir. Müslüman demokrat İslam’ın kurallarına uymayanları yönetebilme iddiasında bulunan da bir karakterdir. Bu iddiayı ortaya atması onun demokrat olma idealinden kaynaklanmaktadır. Yani Müslüman demokrat, en azından söylem boyutunda, İslam’ın kurallarına uymayanları bu kurallara uymaya zorlamak gibi bir gaye gütmez. Müslüman demokrat için ahlaki anlamda önemli olan, İslam’ın kurallarına göre yaşamak isteyen Müslümanların bunu özgürce yapabilmeleri fırsatına sahip olmalarıdır. Bir yönetici olarak demokrat Müslüman vatandaşları yasalar veya herhangi bir devler kurumu yoluyla Müslüman olmaya zorlamaz; Müslüman olmayanlara karşı ayrımcılık yapmaz; herkesi ‘eşit vatandaş’ olarak görür. Bu durumda, diğer demokratlar gibi Müslüman demokratlar için de bireyin ‘vatandaşlığı’ onun dininden, ırkından, inancından, dünya görüşünden önce gelmektedir.
Bu açıdan baktığımızda Müslüman demokrat için ortaya bir ikilem çıkmaktadır. Bir yanda İslam’ın kurallarına uyanlar ve dolayısıyla “iyi” bir yaşam yaşayanlar ve hatta “iyi insan” olanlar, diğer bir yanda ise “iyi yaşam” yaşamayanlar - yani İslam’ın kurallarına uymak gibi bir derdi olmayanlar- vardır. Örneğin Ateistler Müslüman demokratın gözünde “iyi” bir yaşam yaşayamazlar. İktidar partisinde baskın olan anlayış, İslam’ın kurallarına uymadan “iyi” bir yaşam yaşanılamayacağıdır. Ancak buna rağmen, Müslüman demokrat, demokrasi gereği Ateistleri de İslam’ın kurallarına uygun yaşayanlarla aynı kefeye koymak durumundadır. Kısacası bir yönetici olarak Müslüman demokrat, kendi anlayışı içerisinde “iyi” ve “iyi” olmayanlar olarak ayrılanlara eşit davranmak gibi bir çelişki içindedir. Müslüman demokratın krizi işte tam da buraya dayanmaktadır. Basitçe söyleyecek olursak, Müslüman demokratın Müslüman olmayanlarla ne yapacağı konusunda aklı karışıktır. Onları İslam’a mı adapte edecektir yoksa kendi hallerine mi bırakacaktır?
Gezi Parkı olayları Müslüman demokratın Ateistleri veya İslam’a uygun yaşayamayanları adapte etme yolunu seçmiştir. Teoride, politika yaparken ahlakıın bir köşeye bırakılacağı iddia edilse bile, pratikte “iyi” olanlarla olmayanlar politikacının gözünde hiçbir zaman ayni olamazlar ve olmamıştırlar da. Hapishaneler, okullar ve medya araçları ister istemez iyi olanla olmayanı birbirinden ayırırlar. Bu kurumlar da her zaman iktidar tarafından etkilenirler. Topluma “zarar” verenler hapse atılır, “iyi” davranışlar eğitimde teşvik edilir, “kötü” davranışlar dışlanır. İyi ve kötü olanın belirlenmesinde iktidarın etkisini kabul etmemek en kaba tabiriyle gerçek dışı olur. İktidar ister istemez kendi ahlaki anlayışını topluma yansıtmaya çalışır.
Bu noktada iktidarın kendi ahlaki davranışını topluma yansıtmaya çalışmasının dünyanın sonu olmayacağını da hatırlatmak gerekir. Farklı iktidarlar farklı ahlaki anlayışları topluma yansıtabilir. Ancak bu ahlaki anlayışlara uymayanlarla ilgili ne yapılacağına dair farklı tepkiler ve krizler yaşanabilir. Gezi Parkı olayları Müslüman demokratın bu ikilem bağlamında önemli bir kriz içinde olduğunu göstermektedir. Eylemcileri şiddeti hak eden “Çapulcular”, “marjinal” veya “acınacak zavallılar” diye nitelendirmek, bu krizin bir dışa vurumu olarak görülebilir. Aynı şekilde, eylemlerin başladığı güne kadar gelen “dinci nesil yetiştirme” gibi politikalarda da bu krizi görmek mümkündü. Kısacası Gezi Parkı olaylarıyla ortaya çıkan bir anlamda Müslüman demokratın ahlaki anlayışı ve siyaseti birbirinden ayıramamasının bir krizidir.
Bu noktada “AKP’lilerin bunu yapamayacaklarını uzun zamandır söyleyenler zaten vardı, sen daha yeni mi uyanıyorsun” denilebileceğinin farkındayım. Burada anlatmaya çalıştığım daha farklı bir krizdir. Krizin sebebi, politika ve ahlak ayrımının sadece Müslümanlar tarafından yapılamıyor olması değildir. Krizin sebebinin bundan daha da derin olduğunu söyleyebiliriz. Kriz aslında ahlak ve politikanın birbirinden hiçbir zaman ayrılamadığından kaynaklanmaktadır. Gezi Parkı olayları ile patlak veren Müslüman demokratın krizi, Amerikan liberallerin inandığı ahlak ve politika ayrımının aslında sadece teorik bir ayrım olduğunu göstermektedir.
Diğer bir değişle, Gezi Parkı olayları liberallerin ısrarla görmekten kaçındığı, “iyi” yaşamın ne olduğu sorusunun her zaman politik bir soru olduğunu göstermektedir. “İyi” bir insan olmanın İslam’ın kurallarına uymayı gerektirdiğine inanan Müslüman demokratlar, politika yaptığında bu ahlaki anlayışı politikalarına yansıtmaktan kaçınamazlar. Rawls’un arkasına geçtiğimizde herkese eşit davranabileceğimiz örtüsünün arkasına saklanamazlar. Okul, medya ve hatta polis gibi kurumlar aracılığıyla iktidar ahlaki anlayışını topluma yaymaya çalışabilir. Her iktidar kendi ahlakını; “bütün dünyada böyle”, “herkes bunu istiyor” gibi evrenselleştirmelerle politikalarına yansıtacaktır. Bundan kurtuluş yoktur.
Sonuç olarak Müslüman demokratın krizi politikanın ahlaktan ayrılamamasına dayanmaktadır. İşte tam da bu nedenle Taksim olaylarının sonrasında Müslüman demokrat olduğunu iddia edenler bir soruyu tekrar sormak zorundadır: “iyi” bir insan olmak, “iyi” bir yaşam yaşamak için İslam’ın kurallarına uymak, olmazsa olmaz bir koşul mudur? Eğer buna verilecek cevap “evet” ise Müslüman demokratın krizi ve bunun Taksim olaylarına olan etkisi devam edecektir. Buna bağlı olarak “çapulcuların” direnişi de devam edecektir.
Tam da bu noktada, son söz olarak bir şeyi daha vurgulamam gerekiyor. Ahlakın politikadan ayrılamaması direnişçiler için de oldukça önemlidir. İyi olmak nedir, iyi insan kimdir, iyi yaşam nasıl yaşanır gibi sorular direnişçiler için de önemli sorulardır. Benim görebildiğim kadarıyla direnişçiler, farklılığı kabul eden, çevreye değer veren, baskı yapmayan ve baskıya karşı çıkan bir insanın “iyi” insan olabileceğini vurgulamaktadır. Bu vurguya devam etmek, bu ahlakı benimseyerek politik olmak, direnişçileri iktidardaki demokrat Müslümanlardan öteye götürecektir diye düşünüyorum.