1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Giderken Kalmak
Giderken Kalmak

Giderken Kalmak

Mantığımız bizi güçlü kılmaz. Her mantıklı insan deyim yerindeyse taştan kalbe sahip bir insan gibi kurşun geçirmez değildir ve duygusuz yaşamaz.

A+A-

 

Seda Argün

[email protected]

 

Gözlerimizi kapattığımızda dalgalı denizde giden bir yolcu gibi hissediyorsak kendimizi, sık sık dalıp giderken buluyorsak kendimizi ve yüzümüzdeki gülümsemeleri zorla koyuyorsak yüzümüze belki o kadar mutlu değilizdir. Hayat inişleri ve çıkışları ile dolu bir yolculuk. Bu yolculuk esnasında kendimizi buluyor, benliğimizi keşfediyor ve aslına bizi biz yapan hamuru yoğuruyoruz. Şüphesiz günümüz hayatında koşuşturmalar ve hızlı yaşama sancısında kimi yolunu kaybetmiş bir sincap gibi hissetmemiz kadar doğal bir şey olamaz. Gerçeği söylemek gerekir ki hayat bize bir ambalaj içerisinde tıpkı bir kara kutu misali sunuluyor. Önemli olan bizim ondan ne istediğimizi bilerek kara kutunun şifrelerini çözmeye başlamamız lazım. Peki, ne için yaşıyoruz? Neden? Kim için? Hiç düşündük mü peki biz ne istiyoruz?! Yolculuğun sonu için günlerimizi doldururken belki de sona değil yolculuk esnasında yaşadığımız ve hissettiğimiz duyguya göre hareket etmeliyiz.

Hayatı yaşamanın doğru ya da yanlışı olduğunu düşünmüyorum. Kendini kendinde bulmaya çalışan insanlar olarak kendi doğrularımız içerisinde yaşadığımız her an kıymetli bir o kadar da doğru. Mutluluğun da hayat içerisindeki durduğumuz nokta ile ilgisi var. Mutlu olma sebeplerimiz, gözlerimizin parlamasına neden olanlar, insanlar, olaylar, sevgiler, dostluklar. Bu hayat kendi içerisinde tüm bunları barındırıyorsa ne kadar kendimizi bırakıp sorgusuz sualsiz yaşamalıyız biz bu hayatı? Ne kadar bilinçli şekilde kendimizi bırakabiliriz bilmiyorum ama zihnimiz ve kalbimiz arasında denge kurmadıkça; mantığı el freni yapıp, duyguları sürücü koltuğuna koydukça her şey daha da karışıyor.

Mantığımız bizi güçlü kılmaz. Her mantıklı insan deyim yerindeyse taştan kalbe sahip bir insan gibi kurşun geçirmez değildir ve duygusuz yaşamaz. Duygularımız ile şekillendirdiğimiz hayatımızda, mantık paydasına yerleştirdiğimiz bazı değerlerimiz ile mutluluğu kovalayan canlılar olarak nefes alıp veriyoruz. Kendimizi kaybettiğimiz her boşlukta ise sevgi ya da aşk – tabii bu noktada aşkın varlığını da sorgulamalıyız belki de ama damarlarımızı kasan, kalbimizin kan pompalamasını sanki o kâlp elimizde atıyormuşçasına hissetmemize neden olan, nefesimizi kesen ve ne olursa olsun içerisinde bir teslimiyet barındıran, tükenmeyen ya da kendi içerisinde sürekli değişime uğrayan duyguya ne dersek diyelim, ben buna ancak gerçek sevgi diyebilirim- körlüğünde kendimizle kalıyoruz. Sağımızda mantık, solumuzda kalbimiz. Kendimizi kandırma adına çaba harcarken aslında körmüşçesine hareket ettiğimizi sanıyoruz ama o körlük tam da göz körlüğü değil kâlp körlüğü farkında olmuyoruz.

Bilinçli olarak kendini bırakmak olarak adlandıracağımız sevgi yolculukları içerisinde acısa da tutunuyoruz. Bıkmadan, usanmadan, taşı şekillendirmeye devam ediyoruz. İşin hoşluğu da orda ya tabii fedakârlıklar etrafında kendimize bir koza örüp o en değerli duygularımızı ve sahibini içeriye koyuyoruz ama ya sonra?

Her şey zorlaşmaya başladıkça bir yandan da çözüm yaratmaya çalışıyoruz. Özellikle günümüz ilişkileri ve özellikle de evliliklerinde sıkça karşılaştığımız durum: Gitmek. Gitmenin de zamanı vardır tıpkı kalmak için demir atmanın olduğu gibi. Arkayı dönüp gitmek sanki çok kolaymış gibi gösteriliyor. Çevremize baktığımızda gün geçmiyor ki kendinden ve öncelikle de sahip olduğu o değerli duygulardan çabalamadan vazgeçen birçok insan var. Her şeyin nedeni olduğu gibi eminim erken gidişlerin, vazgeçişlerin de nedeni olacaktır ama bir yandan bu kadar hızlı tükettiğimizi söylerken, hatta yeri geliyor şikâyet ederken nasıl oluyor da ilişkilerimizi bu kadar kolayca harcıyoruz. Diyoruz ki “Ben kendimle de mutluyum”, “Ben bana yeterim”, “Zaten düzelmeyecek”... Tüm bunları daha da uzatabiliriz ama şöyle bir şey de var ki iyi hoş tabii ki insanın kendisini bilmesi hatta kendi kendine yetmesi, amazon ormanlarını andıran hayat içerisinde kendi dik duruşunu sürdürmesi açısından önemli iken, en hassas olduğu ama en güçlü durması gerektiği ilişkiler içerisinde nasıl oluyor da bu kadar ağaçtan kopmuş bir yaprak gibi savrulup gidebiliyor. Anlamadım ve anlamayacağım da. Mantığımız çok önemli, her zaman bize hayatın gerçekçi yollarını tertemiz bir mercek üzerinden gösteriyor ama ne zaman devreye sokulduğu daha önemli değil mi?

Öte yandan, hayat vermek istemediğimiz ve vermek zorunda olduğumuz kararlar çıkarıyor karşımıza. Fedakârlık etmeden de istediğimiz şeylere de ulaşamıyoruz. Hele sürekli bizden bir şeyler talep eden kendi yaşamımız söz konusu iken gözlerimizi kapayıp ipi kesiyoruz. Yaş ile birlikte daha da şekillenen ve belki de nihai noktasına ulaşan mantık seviyemize bugüne kadar duygularla hareket etmiş bünyemizde yer bulmak zor ve imkânsız aslında. Uyuşuyoruz, gözlerimizi kapatıyor ve kendimizi akışa bırakıyoruz. Herkesin diline pelesenk olmuş “anını yaşa!” ifadesini kendimize gerekçe yapıyor, yarını yarın olunca düşünürüz yaklaşımıyla günlerimizi geçiriyoruz. Mutluluğa böyle ulaşılmaz, mutluluğa ancak kendimizden biraz vazgeçersek, kabuğumuzda minicik bir delik açar da yavaş yavaş o deliği büyütürsek ulaşırız. Hiç bir şey kolay değil, neden olsun ki; savaşmayacaksak neden her şey kolayca önümüze gelmiyor. Gitmek çok kolay da ne zaman gideceğimize karar vermek çok zor.

Bardağın dolmasını beklemeden giderek kendimize iyilik yaptığımızı söylüyoruz. Günümüzde zaman çok değerli olduğu için kendimize bunu kılıf ediniyoruz ama aslında üstümüze bir mutsuzluk örtüsü atıyoruz farkında değiliz. Bizden başka yok, olmayacak ama hayatımızdan fedakarlık etmeden, yorulmadan, direnmeden, diklenmeden nasıl biz biz olacağız?! Doğduğumuz andan itibaren bir karakterimiz olsa da bunun üstüne taşlar yerleştirerek kendi binamızın katlarını çıkmalıyız. Madalyonun öteki tarafında ise savaştıkça, direndikçe daha da güçsüzleşen kalbimiz var. Beynimiz güçlenirken, kalbimizin iplerini tek tek kesiyoruz. Bir terazi geliyor sonra önümüze; her bir kefeye mantık ve kalbimizi koyuyoruz. Asla aynı yerde olmayacak iki zıt kutup gibi mantık ve sevgi de asla yan yana duramayacak. Mantık kırıntılarını serpiştireceğimiz hayatımız içerisinde ancak rahatça nefes alabiliriz. Unutmamalıyız ki, yaralı bir kalp asla mantığını konuşturamaz. Tüm mantık zerreciklerinden kendini arındırarak köşesine çekilir. Ezilir büzülür bir kenarda kalır. İyileşmez, asla iyileşemez; bekler, nefes aldığını sanır ama aslında oksijene bağlı nefes aldığını zanneder. Canı yanar, bir daha sarar yaraları, sarmaya devam eder, körleşir, ‘mantıksız’ gelir her şey. Kolay mı bu sevgi! Mantıkla sevemeyiz, mantıkla gidemeyiz, gittik sanırız ama orda köşede pencerenin dışına bakakalırız. Ne olursa olsun hep sevgi kazanır, mantık avutur, gizler, saklar. Saklasa da o sevgi orda durur, eksilmez, sadece bekler çünkü gitmek en çok da en fazla kalmak isteyene dokunur.

 

 

 

Bu haber toplam 2941 defa okunmuştur
Gaile 403. Sayısı

Gaile 403. Sayısı