Girne Boğazı’ndaki kazılarda insan kalıntıları bulunmaya devam ediyor…
Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi’nden aldığımız bilgilere göre, Kayıplar Komitesi’nin ikibuçuk ay aradan sonra bu hafta başlayan ve kaldığı yerden devam ettirilen kazılarında, Girne Boğazı bölgesindeki kazıda insan kalıntıları bulunmaya devam ediyor… Bu kazıda ikibuçuk ay önce bazı insan kalıntılarına rastlanmıştı… Kazının ikibuçuk ay sonra kaldığı yerden devam ettirilmesiyle birlikte, yeni insan kalıntılarına ulaşıldığı ancak bulunan insan sayısının halen bir kişi olduğu belirtiliyor.
Kayıplar Komitesi’nin adamızın kuzeyinde ve güneyinde yürütmekte olduğu kazılara bu haftadan itibaren kalındığı yerden devam edildi. Kazılara gerek koronavirüs nedeniyle, gerekse iki taraf arasındaki geçişlere getirilen büyük sınırlamalar nedeniyle devam edilememişti… Kayıplar Komitesi kazı ekipleri de, laboratuvarda bilim insanları da, iki toplumlu ekipler olarak çalışmalarını yürüttüklerinden, koronavirüs COVİD 19 nedeniyle getirilen önlemler, bu çalışmaları etkilemiş ve ancak çevrimiçi çalışmalar yapılabilmekteydi…
Bu haftabaşından itibaren başlatılan kazılar halen Mora’da (Meriç), Lapta’da, Afanya’da (Gaziköy) yıllar önce bir okurumuzla birlikte Kayıplar Komitesi’ne göstermiş olduğumuz bir kuyuda, Taşkent’te (Vuno), Şillura’da (Yılmazköy) ve Kıbrıs’ın güneyinde de Strovulos yöresinde yürütülüyor…
Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi Kazılar Koordinatörü Arkeolog Gülseren Baranhan’dan edindiğimiz bilgilere göre Taşkent (Vuno) kazısında “kayıp” iki Kıbrıslırum’un arandığı kazı çalışmaları tepe yamacı üzerinde devam ederken, Yılmazköy/Şillura’da 1974 “kaybı” bir Kıbrıslırum’un gömü yerinin arandığı kazılara tepe üzerindeki ikiz mermer ocaklarında devam ediliyor.
Mora’da (Meriç) 1974 “kaybı” bir grup Kıbrıslırum’un Mora Kıbrıslıtürk mezarlığının arkasında gömülü olduğu bilgisiyle kazı çalışmaları sürdürülüyor ve Afanya’da da (Gaziköy) 1974 “kaybı” bir Kıbrıslırum’un gömülü olduğu söylenen kuyuda kazı devam ediyor.
Lapta’da (Lapithos) 1974 “kaybı” bazı Kıbrıslırumlar’ın gömüldüğü düşünülen alanda kazılar devam ederken, Girne Boğazı’nda ise 1974 “kaybı” bazı Kıbrıslırumların gömüldüğü söylenen dere yatağındaki kazıda bir kişiye ait kalıntılara dağınık halde ulaşılmaya devam ediliyor.
Lefkoşa’nın güneyinde Strovulos bölgesinde ise 1963 “kaybı” Kıbrıslıtürkler’in gömü yerinin aranmakta olduğu kazı da sürdürülüyor…
Kayıplar Komitesi kazı ekiplerindeki tüm arkeologlarımıza, şiroculara ve diğer çalışanlara “Çok kolay gelsin” diyoruz…
Yılmazköy (Şillura) kazısından görünüm...
“Sen hep var olacaksın Rosa!”
Melike Karaosmanoğlu
Eden Oteli. Berlin. 15 Ocak 1919 gecesi. Işıklarla aydınlatılmış lobi yüzbaşı Waldemar Pabst komutasındaki Nazi öncüsü askerlerle doldurulmuş, birliğin Genel Kurmay Merkezi olmuştu. Birkaç saat önce tutuklanmış olan Rosa Luxemburg yakalandığı evden çıkarken çantasına yerleştirmeyi ihmal etmediği Goethe’nin Faust’u ile lobiye getirilir getirilmez günlerce cinayet çağrılarıyla işlenmiş kalabalık önce susmuş sonra aşağılama dolu bir nidanın yükselişine tanık olmuştu. Bu nidanın “hakaretsiz” halini gazeteler şöyle yazmıştı: “Liderlerini öldürün! Liebknecht ve Luxemburg’u öldürün! O zaman barışa kavuşacak, iş ve ekmek sahibi olacaksınız.” Kısa süren kimlik kontrolü Rosa’nın soruşturması olmuş, hapishaneye nakledileceği söylenmişti. Otelden çıkarken hakaretler devam etmekteydi. Bu esnada keskin nişancı dipçik darbesiyle onu yere düşürdü ve sürüklenerek bir arabaya bindirildi. Çok geçmeden subay Kurt Vogel silahıyla vurdu onu. Tasarlanmış cinayet gerçekleşmişti. Araç Spree nehrine doğru yoluna devam etti ve Rosa’nın bedenini nehre attılar. Tüm katliamcılar gibi korkaktılar çünkü. Rosa Luxemburg’un ölüsünden, fikirlerinden korktukları gibi korkmaktaydılar.
Arkadaşlarının “Berlin’i terk et” çağrılarına kulak asmayan Rosa bu cinayetin yaklaştığını biliyordu belki de. İki ay önce Spartakist gazete Die Rote Falme’de önsezi niteliği taşıyan bir makale yayımlamıştı. Öncüsü olduğu Spartakist hareketin dedikodular ve iftiralarla nasıl manipüle edildiğini anlatıp şöyle diyordu: “Ancak, bu dedikoduların, bu gülünç kuruntuların, bu çılgın eşkiya öykülerinin ve bu küstah yalanların ardında çok ciddi bir şey var: Bunların hepsi planlanmış. Tahrik kampanyası, sistemli bir biçimde yürütülmekte. Bu, ayakta uyutma öyküleriyle küçük burjuvalar arasında panik yaratmak, halkın kafasını karıştırmak, işçiler ve askerleri sindirip yanıltmak istiyorlar.
Bir Yahudi kıyımı atmosferi yaratılmak ve Spartakist hareket, geniş kitlelere politikasını ve amaçlarını tanıtma olanağı bulamadan, siyasal açıdan tırpanlanmak isteniyor.” Spartakist oluşum Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un 1914-1919 yılları arasında yönettikleri Alman sosyalist ve komünist hareketiydi. Antikomünist yüzbaşı Waldemar Pabst, çok sonra Rosa’nın silah elde dövüşen asilerden çok daha tehlikeli olduğunu düşündüğünü söyleyecektir. 15 Ocak 1919 gecesi Rosa’nın dava arkadaşı Liebknecht’i de o sorgulamış ve öldürtmüştür.
Rosa Luxemburg her ne kadar Alman sosyalist hareketiyle anılsa da aslında Polonya’da doğmuştur. Yahudi bir aileden geldiği için Polonya’da yeterince Polonyalı sayılmamış, sahte evlilik yaparak vatandaşlık hakkı aldığı Almanya’da ise yabancı olduğunun altı her fırsatta çizilmiştir. Yaşadığı dönem içinde daima onu yaftalayacak bir özellik bulmuş insanlar. Bazen Yahudi oluşuna, bazen onca erkek içinde cesurca yükselttiği gür sesine ve bazen de 5 yaşında ortaya çıkan hastalığından dolayı aksayan bacağına laf etmişler. Lakin Rosa’nın hayata ve devrime olan tutkusunu sindirememişlerdir. Hapishaneden bir arkadaşına yazdığı mektupta dediği gibi: “O halde, insan kalmaya bak. Temel mesele insan olmak. Bu ise kararlı, dürüst ve neşeli olmak demek, evet herkese ve her şeye rağmen neşeli olmak, çünkü sızlanmak zayıfların işidir. İnsan olmak demek, gerektiğinde tüm hayatını seve seve ‘kaderin büyük terazisine’ koymak, fakat aynı anda her aydınlık güne ve her güzel buluta sevinmek demektir.”
Rosa’nın doğup 3 yaşına kadar yaşadığı Zamość ve ailesinin bazı nedenlerle (ekonomik, sosyal..) taşındığı Varşova kentleri yaşamında belirgin izler bırakmıştır. Tarihi, istilalarla dolu Zamość şehri kozmopolit yapısının etkisi ile zengin kültürel bir dokuya sahipti. Ticaret ve zanaat işleri ile ön plana çıkıyordu. İsveç istilasına kadar İspanya’dan ve Portekiz’den Sefarad göçleri alan şehre bu istiladan sonra Aşkenaz Yahudileri göç etmiştir. Aşkenazları istemeyen Polonya krallığı Hıristiyan yurttaşları koruma kanunları çıkartarak, Yahudilerin ticaret, yerleşme ve mülkiyet edinme haklarını kısıtlamış ve Yahudileri bazı mesleklerden men etmiştir.
Rosa’nın babası varlıklı ve dindar olmayan bir aileden geliyordu. Annesi ise daha dindar bir ailedendi. Aile seküler eğitim ve kültür yaşantısını savunan Yahudi Aydınlanmasını (Haskalah) destekliyordu. Zamość şehrinde ise haskalaha karşı çıkan Ortodoks Yahudilerin varlığı fazlaydı. Tek neden bu değildi ama Rosa’nın ailesi Varşova’ya göç etme kararı aldı.
Varşova’da ise Yahudilerin merkezden uzaklara yerleşmesini sağlayan bir yapı oluşturmuşlardı. Elzbieta Ettinger’in “Bir Yaşam: Rosa Luxemburg” kitabında belirttiği üzere “1809-1862 yıllarında, Yahudi mahallesi dışında oturma izni alabilen sadece 140 Yahudi aile vardı. Bu oturma iznini alabilmek için, iyi Lehçe, Almanca ya da Fransızca bilmek, çocuklarını devlet okuluna kaydettirmek ve Batı tarzı giyinmek yetmiyordu; ayrıca büyük bir servete -60.000 Polonya zlotisi (o zaman yaklaşık 6,900 dolara eşit)- sahip olmak şarttı. Ekonomik ya da politik çıkarlar gerektirdiğinde, ayrımcı yasalarda esneklik sağlanıyordu. Bu politika Polonyalılar ve Yahudiler arasındaki güvensizliği arttırdı. Katolik Kilisesi, Yahudi ve Hıristiyanların bir arada yaşamaları halinde de bunun çürümeye yol açabileceği konusunda uyarıda bulunuyor, Polonyalı belediye idaresi, Varşova’da sadece sanat ve bilimde seçkin bir yere sahip olan Yahudilerin oturmasına izin veriyordu. Şiddetli bir muhalefete rağmen, Çar’ın 1862 kararnamesi en sonunda yerleşim sınırlamalarına son verdi ve Yahudi mahallesi uygulaması resmen ortadan kalktı.”
Bu baskılar sonucunda Yahudi ailelerin bir kısmı artık evde Yidiş konuşmuyor, Avrupalı gibi giyinmeyi tercih ederek asimile oluyordu. Rosa’nın ailesi Varşova’da orta sınıf bir mahalleye taşınmıştı; fakat bu mahallenin birkaç adım ötesinde bu kurallara uymamak için direnen Yahudiler yaşıyordu. Değil kılık kıyafet değiştirmek, Lehçe öğrenmeye zorlandıkça Yidişi edebiyat diline çevirmişlerdi. Rosa toplumsal yapıdaki bu farklılığı çok küçük yaşlarda fark etmişti. Çünkü bu semtin biri “şık” diğeri “yoksul” olmak üzere iki yüzü vardı. Semtin parkında aksayan ayağına bakıp “sakat” diye bağıran çocuklarla bu şehirde tanışmıştı. Okula gidebilmek için sınava tabi olmuştu çünkü Yahudi kotası vardı. Bu da okula girmeye hak kazanmak için Yahudi olmayan öğrencilerden daha yüksek puan almak zorunda olduğu anlamına geliyordu. Ama o ayrımcılığın her çeşidiyle savaşmaya hazırdı. Güçlü biri olmaya böylelikle karar verdi. Bu kararını destekleyen sarsıcı bir olaya daha tanıklık etmişti 1881 yılında: Varşova pogromuna.
Varşova pogromu Noel günü Kutsal Haç Kilisesi’nden çıkmakta olan kalabalığın -nasıl alevlendiği hiçbir zaman bilinemeyen bir şekilde- kargaşaya karışmasıyla başladı. Bir panik ortamı oluşturuldu ve sonucu pogrom oldu. Çarlık İmparatorluğu’nda yaşayan Yahudilerin güven içinde olmadıklarını göstermekti amaç. Sürekli kontrol altında tutulduklarını hissettirmekti. Kalabalık bir Ortodoks Yahudi nüfusun Polonya’da yaşıyor olması ekonomik sıkıntıları bahane ederek fanatik milliyetçiliğe kapılan Polonyalıların sayılarını arttırmıştı. Çarlık polisi bu saldırıları görmezden geldi ve müdahale etmedi.
Pogrom özellikle yoksul semtlerde yaşayan iki bin aileyi etkilemiş; çok sayıda Yahudi öldürülmüş ve yaralanmıştı. Pogrom Rosa’da bir iz bıraktı, her ne kadar bu izi tutkuyla kalabalıklara hitap ettiği günlerde kimseye belli etmese de 1917 yılında arkadaşı Luise Kautsky’ye, “Beni hangi düşüncenin pençesine alıp, korkuttuğunu biliyor musun?” diye yazmıştı.“İğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalığın doldurduğu kocaman bir salona, parlayan ışıkların altına, kulak tırmalayan gürültüye, beni iten insanların arasına tekrar girmem gerektiğini hayal ediyor ve hemen oradan kaçmak istiyorum! Kalabalıklar beni dehşete düşürüyor.”
Rosa hem ilk gençlik yıllarında, hem de sonraki zamanlarda edebiyatla çok ilgiliydi, şiirleri seviyor dünyaya bakışını etkilemiş şair Adam Mickiewicz’i okuyordu. Tüm ezilenlerin, işçilerin, Yahudilerin, köylülerin, fakirlerin, evsiz barksızların bir gün eşit olacağı bir dünya hayal ediyordu. 14 yaşındayken 1. Wilhelm’in Polonya ziyaretinden esinlenip anti militarist bir şiir yazmıştı:
“Avrupa aşkına
Hayır de düzene
Seni kurnaz tilki Bismarck
Barışın adını kirletme sakın.”
16 yaşındayken ise “Kişinin herkesi gönül rahatlığıyla sevmesine izin veren bir toplumsal sistem” arzuladığını ifade ediyordu.
Bu fikirlerle birlikte lise mezuniyeti sonrası Polonya’da illegal sayılan Proletarya isimli örgüte katıldı. Akabinde üniversite için Zürih’e taşındı; çünkü ülkesi Polonya’da kadınlara üniversite eğitimi verilmiyordu.
Üniversite yılları ve sonrası politik faaliyetler, teorik çalışmalar, tartışmalar ve daha adil bir dünya için çarpışmakla geçecekti.
Annelies Laschitza’nın “Rosa Luxemburg: Her Şeye Rağmen Tutkuyla Yaşamak” kitabında belirttiği gibi: “Rosa Luxemburg’un hayatı yorucuydu ve çatışmalarla doluydu. Daha iyi bir dünya için savaştı. İdeali, halk tarafından biçimlendirilen, mutlak özgürlük ve demokrasi temeline dayanan ve kalıcı bir barışı güvence altına alan bir sosyalizmdi. Özgüven sahibi bir Marksist olarak, kapsamlı tarih bilgisi ve derin toplumsal analizleri etkileyiciydi. Uluslararası sosyalist hareket içerisinde kuruluşuna katıldığı veya etkilediği partilerde dogmatizme ve biçimciliğe tavizsizce karşı çıktı.”
Onun evi dünyaydı. Putamayo’dan Afrika’ya ezilen, sömürülen herkes için söyleyecek sözü vardı. Alman emperyalizmi Nambiya’daki halkları katlederken sessiz kalması düşünülemezdi. İnsanın kurtuluşunun sosyalist demokrasinin başarısıyla olabileceğini anlatıyordu. Bürokrasiye, aşırı merkeziyetçiliğe, seçkinciliğe ve kapitalist demokrasinin getirdiği totaliterliğin tehlikelerine dikkat çekiyordu çalışmalarında. Onun sayfalardan taşan ve ilham veren fikirlerini kolayca ve kısaca anlatmak öylesine zor ki. John Berger’in Rosa’ya Armağan makalesinde yazdığı gibi: “Sık sık okuduğum bir sayfadan çıkar gelirsin -bazen de yazmaya çalıştığım bir sayfadan- başını geri atarak gülümsersin. Ne tek bir sayfaya sığarsın ne de seni tekrar tekrar koydukları hapishane hücrelerine.”
Rosa Luxemburg nehre atıldıktan aylar sonra bulundu ve 13 Haziran 1919’da Friedrichsfelde mezarlığına kitlelerin katıldığı bir törenle defnedildi. Yoldaşı Karl Liebknecht’in yanına gömülmüştür. Bertolt Brecht dizeleri de eşlik eder ona:
“Burada Rosa Luxemburg gömülü
Polonyalı bir Yahudi kadın
Alman işçilerinin öncü savaşçısı
Alman sömürücülerinin emriyle öldürüldü
Ezilenler, gömün ayrılıklarınızı!”
Şunu unutmamak gerekir ki Rosa’yı 99 yıl önce bugün öldürenler ondan kurtulduklarını sanarak büyük bir yanılgıya kapılmıştır. Çünkü Rosa’nın mirası yaşıyor ve mücadelesi devam ediyor. Onun kaleminden çıkan“Vardım, varım, var olacağım!” sözcüklerine cevap veren ve verecek olan yüzbinlerden bu ses geliyor:
Sen Hep Var Olacaksın Rosa!
(AVLAREMOZ – Melike KARAOSMANOĞLU – 2018)
DEVAM EDECEK