“Gitme baba, bizimle kal…” 2
“Kayıp” İsmail Bekir’in biricik kızı Ülfet Canseç, duygularını kaleme aldı:
Çizmeleri ya da potinleri yok… Bulunamamış…
Herhalde Kuruçeşme’deki hastanede kalmış botları…
Yüzük yok, cüzdan yok, geride kalan birkaç düğme var – düğmelere de hiçbir şey olmuyor… Aradan uzun yıllar geçmiş olsa dahi, öylece duruyorlar… Cüzdanı kim almış? 1974’te yaralı olarak götürülmüş olduğu Kuruçeşme’deki hastanede mi alınmış cüzdanı? İsmail Bekir burada vefat ettikten sonra, Boğaz’da bağlı olduğu birliğe mi gönderilmiş cüzdanı? Cüzdanı ailesine o günlerde iade edilmiş olsaydı, o zaman ailesi de bunca yıl boşu boşuna acı çekmez, “Kaybımız nereye gömüldü” diye çalmadık kapı bırakmaz, beklemezdi… Cüzdanı ailesine iade etmemiş olanlar, insanlıklarından utanmalı şimdi… Çünkü yaptıkları şey, bir kadına ve üç evladına 43 sene boyunca acı çektirmekten başka bir şey olmadı…
Görüş sona erdiği zaman geriye dönüyoruz… Ülfet Canseç arabada coşku dolu konuşuyor, çok heyecanlı çünkü bunca yıldır – beş yaşından beridir – beklemekte olduğu babacığını bulmuş, ona kavuşmuş! Onu öpmüş, ona dokanmış – “Çok mutluyum!” diyor…
Bir rüya görmüştü yıllar önce, babası rüyasında ona “Beni bul” demişti… Bunun üzerine harekete geçmiş, babasını bulmaya çalışmıştı.
Kendi elleriyle buldu babasını, kendi elleriyle gömdü geçtiğimiz Pazartesi günü Boğaz Şehitliği’ne…
Beş yaşındaki bir çocuktu, büyüdü, hep babasını bekledi…
Arabada giderken, “Bak orada bir defter var Sevgül” diyor, “bir gün dersteyken aniden yazmaya başladım, yazdıklarımı oku lütfen…”
Babasına veda etmek için yazmış olduğu bir yazı bu – henüz Tekke Bahçesi’nden çıkarılmadan, laboratuvarda bir masaya kemikleri dizilmeden yazılmış bir yazı…
“YASEMİN KOKUSUNU DUY, BİZE GERİ DÖN BABA…”
Küçük Ülfet bir zamanlar yasemin toplar ve bunları bir ipliğe dizer ve babasının fotoğrafının üstüne asardı, kokusunu duyup babası geri gelsin, evine dönsün, “kayıp” olduğu yerden çıkıp kızını, evlatlarını, eşini bulsun diye… Belki yasemin kokusu geri getirirdi babasını, hep böyle umardı ve bıkmadan usanmadan yaseminleri dizer, babacığının fotoğrafının üstüne asardı…
“Duy bu kokuyu baba, baba duy bu kokuyu, bu kokuyu takip et ve bize gel, dön bize…”
Babası sonuçta döndü ailesine ama küçük bir tabut içinde…
Pazartesi Göçmenköy Camisi’nde hoca cenaze namazı kılarken “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” dediğinde, Ülfet Canseç gözyaşları içinde haykırdı, “Helal olsun babacığım, helal olsun babacığım!”
Küçük tabuta, resminin üstüne bir demet yasemin dizip iliştirmişti…
Tabuttaki bu yaseminlerle defnedildi “kayıp” İsmail Canseç, Boğaz Şehitliği’ne…
“Gömülürken ondan ayrılmak istemiyordum” diyor Ülfet Canseç…
“Ama artık bir mezarı var, üstelik üstünde kendi ismi olacak, bir başkasının ismi değil… Nerede olduğunu bilecen… İstediğinde gidecen…”
“Hep gidecem babama, hep yasemin dizip götürecem…” diyor…
Anneciği Fatma hanım, cenaze töreninden sonra bir sigara yakmış, mezarın üstüne koymuş… Bir sigara da kendi için yakmış…
Sigara içmiş 43 yıllık “kayıp” eşiyle birlikte…
Bu acıları anlamayanlar, hissetmeyenler, savaşın neden korkunç olduğunu da asla bilemeyecekler…
Bu korkunç trajedinin içinden süzülen olağanüstü sevgiyi göremeyenler, bir kızın babasına, oğlularının babacıklarına, eşi Fatma Hanım’ın İsmail Bey’e sevgisini göremeyenler, Ülfet Canseç’in yürekten kopup gelen “Babacığım! Güzel babacığım! Canım babacığım!” deyişini duymayanlar, bu işten hiçbir şey anlamayacaklar, anlayamayacaklar…
Rahat uyu İsmail Bekir: Olağanüstü bir ailen var, sana hiç kopmayacak, koparılamayacak inanılmaz bir sevgiyle bağlı, seni seven, seni hiç unutmayan, unutmayacak olan, mezarına yaseminler getirecek olan olağanüstü evlatların ve olağanüstü bir eşin var…
Onların bu ruh güzelliği ve olağanüstü sevgileri, bu trajedide belki de tek teselli…
Savaşların, yoklukların, yoksunlukların, bir “kayıp” babanın geride bıraktığı boşluğun içini işte böylesi bir sevgiyle doldurmuşlar…
Onların hayatları, senin hayatın, onların seni bıkmadan usanmadan 43 yıl boyunca aramaları bir belgesel olmalı, okullarda gösterilmeli, onların sevgisi insanlarımıza rehber olmalı…
Yıldızlar yoldaşın olsun, kızının dizdiği yasemin kokuları arasında uyu… Çok güzel evlatlar yetiştirdi sevgili eşin Fatma İsmailoğlu… Ellerinden öpmeli onun, onu sıcacık kucaklamalı ve tüm bunlar bu topraklarda hiçbir savaşın, hiçbir kalleşliğin, hiçbir adaletsizliğin gene de sevgiyi yok edemediğine örnek olmalı…
ÜLFET CANSEÇ’İN BABASINA VEDA MEKTUBU…
Şimdi sana çok sevgili kızın Ülfet Canseç’in veda yazısını aktarayım sevgili İsmail Bekir…
Biricik kızın Ülfet Canseç, laboratuardan dönüşte bana gösterdiği deftere şunları yazmış:
“Canım Babam,
Bu mektupta sana veda etmem lazım. Ne yazacağımı gerçekten bilmiyorum… Duygularım karmakarışık. Aslında ben sana veda etmek istemiyorum. Çünkü sana veda edersem, sanki seni bir daha görme şansım olmayacak gibi hissediyorum.
Tam 45 senedir senin her gün geleceğini bekledim. Her an seni görmek umuduyla yaşadım. Ama şimdi bilmiyorum… Gerçekten ne yazamam gerektiğini de bilmiyorum.
Beş yaşında bir kız çocuğu gibiyim hala, baba sevgisine muhtaç, onun kucaklamasını bekleyen, işten dönüp kızına “Nerdesin babam, gel bir sana sarılayım, öpeyim” diyen bir babayı bekledim ben. Biliyorum bir daha geri gelmeyecen bir daha seni hiç göremeyecem ama ben seni içimde öldüremedim BABAM. Ben seni hep bekledim BABAM. Bir kere, tam bir kerecik sana babam deyip sarılsam öpsem doya doya, sonra seni benden alsalar. Yüzüne baksam, beynime çizsem seni babam… O gece, rüyama gelip bana “Beni bul artık” demiştin. Buldum seni babam. Senin isteğini yerine getirdim ama kendimi kaybettim.
Çok yoruldum baba. Neden gittin? Neden bıraktın bizi? Herkes babasıyla bir ömür yaşarken ben seninle beş yıl geçirdim. Bu bana yetmedi, her zaman gelmen için yalvardım. Allahım dedim, bana babamı gönder.
Geldin babam ama sadece rüyalarıma. O bile beni mutlu etti.
Sana veda etmek öyle zor ki, istemiyorum. Sana veda etmek, seni yine ve yine kaybetmek gibi. Ne olur gel, beni kucağına al, sev, öp, sar ve bir kez, sadece bir kez BABAM de.
Gerçekten ne zor bir kızın babasına veda mektubu yazmak. Söylenecek söz yok. Kelimeler, cümleler beynimde siliniyor. Ben aslında sana veda etmek istemiyorum. Bunu beynim bile reddediyor. İstemiyorum baba, gitme, gitme bizimle kal…
Seni bana verecekleri günü hayal bile etmek istemiyorum. Umutlarım, hayallerim, her şeyim bitecek. Etrafımdaki herkes senin bulunman daha iyi olacak, hani bir mezarı olacak, gideceksin, dua edeceksin deyip beni sakinleştirmek, bana teselli vermek istiyorlar.
İstemiyorum BABA. İstemiyorum, ben seni istiyorum. Ben sana muhtacım. Ben senin sevgine muhtacım. Bu yıl 49 yaşıma gireceğim. Ama ben hala senin küçük kızın Ülfet’im. Hani birlikte annemden gizli bebek aldığın kızın. Hani beni görmek için köşelerde beklediğin küçük kızın.
Ne olurdu Allahım sene bana bir gün olsun verseydi. Doya doya öpüp koklasaydım. O duyguyu yaşayabilseydim. Hep etrafımdaki insanların babalarıyla da ilişkilerini görüp, benim babam nerede diye isyan ettim. Çok küçüktüm baba, komşumuzun babası kızına bir bisiklet almıştı. Ben onların mutluluklarını uzaktan izlerken neler hissettim bilemezsin. Annem yanıma gelip beni öptü. O anlamıştı, kızı üzgündü. Annem dedi “Ben de sana gidip bisiklet alayım”. “İstemem anne” dedim. O benim bisiklet istediğimi düşünmüştü. Ama ben BABAMI istiyordum. Onun da benimle bisiklet sürmesini istiyordum.
Büyüdüm, her gün senin yokluğunla büyüdüm.
Evlendim. Çocuklarım oldu.
Onlar seni sorduklarında, “O kayıp, bulunamadı” derdim. Öldüğünü hiç kabul etmedim BABA. Bilmem neden ama hiçbir zaman kabul etmedim. Tam 45 yıldır. Seni bekledim.
Ama artık sana veda etmem lazım. Sana sormam gereken o kadar soru var ki içimde. Bu soruları sormadan seninle vedalaşamayacağım her halde…
Neden bıraktın bizi baba?
Neden geri dönmedin?
Neden, neden, neden, neden?
Şimdi yaşasaydın nasıl biri olurdun?
İçimdekileri gerçekten söyleyecek, yazıya aktaracak gücüm yok.
Ama şunu bil BABA, seni çok ama çok seven bir kızın var. Seni çok ama çok özleyen bir kızın var. Seni zor gününde hep yanında bekleyen bir kızın var. “Keşke babam burada olsa, her şey farklı olurdu” diyen bir kızın var.
Rahat uyu babam, seni çok ama çok seviyorum. Seni yanaklarından, ellerinden öpüyorum…”
BİR KİTAP
“Ne Mutsuz Yunanım Diyen!”
Nikos Dimu / İSTOS Yayınları
İlk yayımlandığı 1975 senesinden bu yana gerçekleştirdiği 32 baskıyla Yunanistan’ın uzun ömürlü ve her dönem tartışmalı kitaplarından biri olan “Ne Mutsuz Yunanım Diyen!”, İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Bulgarca ve Çince’nin ardından sonunda Türkçe’de.
Yazar Nikos Dimu’nun sözleriyle “Bu kitaptan keyif alanlar büyük ihtimalle Yunan değildir. Bir Yunan için bu kitap acı vericidir. Bazı aforizmalara gülümseyebilir, hatta gülebilir de, ama sonunda kitabı bir yana koyarken mutsuz hissedecektir. Kitap, onun varlığının temel sorununun resmidir: çok olana gösterdiği tutkusu ile azı kabullenmenin imkânsızlığı. Çelişkiler kimliğine karşı bir tehdittir … Şanlı geçmiş ile yoksul bugün, doğunun anlayışı ile Avrupai ihtiras arasında bölünmüştür. … Yunan bedbahttır. Bu kitap Yunanların kusurlarını hicveden aforizmalar toplamı değil, geçmiş ile bugün arasında asılı kalmış … Yunanistan’a ithaf edilmiş aşk dolu bir itiraftır.”
Aforizmalar biçiminde, hicivli bir üslup, sözünü sakınmayan bir dil, ancak umutla kaleme alınmış bu metni Türkçeye kazandıran ve Ege’nin her iki yakasını da oldukça iyi tanıyan Herkül Millas da yazarın cümlelerine şu kıymetli katkıyı yapmaktadır: “Umarım bu kitabı okuyanlar, muhtemel önyargılarının kanıtı diye okumazlar. Dikkatli okuyucudan benim beklediğim, Yunanlıların kusurlarına bir aynaya bakar gibi bakmalarıdır.”