GİZLİ RUH AKRABALARI
Beni tek avutanın kitaplar olduğunu keşf ettiğimden beri, insanın sırrını anlatacak, dünyadaki kaybolmuşluğumu unutturacak, ruhumun sızılarını dindirecek kitabı arayıp durdum. Dünyanın bir yerlerinde birisi benim yakıcı iç sızılarımdan söz etsin, onları sımsıkı sarsın, içimde akıp duran hayatın kederini dindirsin istedim. Her şeyden uzaklaşıp bir köşede bir kitabın içine girdiğimde bazan iliklerime kadar titrediğim de oldu ama ruhumun hızına yetişemedim. Kayalara çarpıp kırılan o acı dalgalarını birilerine anlatmaya kalktığımda da yalnızlığım dinmedi; sözcükler sanki ulaştıkça uzaklaştılar, susuz kalıp soldular. Sorular, yeni soruların habercisi oldular. Anlatılar beni başkalarına yakınlaştıracak, dünyanın bir yerlerinde benim gerçek akrabalarım olan o insanlarla beni birleştirip yeryüzündeki çaresizliğimi yok edip dinginleştirecekler sandım; oysa çoğu kez başkaları bunları bir körlük içinde okudular. Bazen onları rahatsız etmiş, ürkütmüş bile olabilirim... Çoğu kez, çevremdeki insanlardan olmadıkları ya da olmak istemedikleri varlıklar olmalarını istedim çünkü onlara böyle ihtiyacım vardı. Diğer insanlarla birlikte ancak böyle var olabileceğimi düşünüyordum. Onlar ise kendi hayatları içinde yürüyorlardı ve benim içimdeki cenneti ve cehennemi, kendilerine dair gizli niyetlerimi bilmiyorlardı bile…
Derin yalnızlık anlarımda kendimle konuşmak öylesine acı verirdi ki içimde “sen” diye hitap ederek konuştuğum birini yaratırdım. Bu sevgiliyle konuşup dururdum gün boyu, beni düşündüren, sevindiren, acı veren her şeyi... Bu yarı-hayali bir arkadaştı çoğu kez. Etkilendiğim birinin yüzünü ve gövdesini taşırdı. Sonra bir gün o sevgiliye kırgınlıkla dolardı içim; benimle bütünleşmediği, içimi acıtan boşluğu dolduramadığı için... Bu da dünyadaki terk edilmişlik duygumu bir kez daha onaylardı.
Bazan başkalarının kendi gövdeleriyle, yalnızlıklarıyla nasıl var olabildiklerini, bunca adaletsizlik ve baskıya karşın nasıl bir hayat sürdürdüklerini düşünürüm ve içim acımayla dolar. Aslında bu acıma, kişisel deneyimlerimle tanıdığım bazı duygulardan dolayı oluşur. Değersizlik duygusu, reddedilme, haksızlığa uğramışlığın insanın içini oyan yakıcı tadı... Dokusunu, rengini, soluğunu iyi bildiğim bu duyguların başkalarında da olduğunu düşününce onları taşıdığım anların çıldırtıcı ruh halini duyumsarım ve ürperirim. Ama bu tanıdık duygular içinde olduklarına inandıklarıma da şefkatle yaklaşmaktan kaçınırım çoğu kez. Bunu geçmiş deneyimlerimden ötürü yapmam... Çünkü şefkat gösterdiğin birileri bazen onlara verdiğine bir doyumsuzlukla yaklaşıp yıkıcı bir bencillikle yutmaya çalışabilir seni. Bununla başa çıkmayı bilememektir beni esas korkutan.
Bir insanla tanışırız ve karşılıklı olarak birbirimizin üzerinde özel bir etki bırakırız. Belki de bir titreşimdir aramızda oluşan. Bu çok büyülü bir şeydir ama çoğu durumda da acı verir. Olumlu bir titreşim gönlümüzü ısıtırken kimi kez de olumsuz titreşimlerin içimizde yarattığı sarsıntı gövdemizi işgal eder. Bu olumsuzluğu oluşturan pek çok neden olabilir. Zihin öylesine karmaşık ve algılarımızı biçimlendiren öyle çok etken var ki.
Örneğin benim giysilere ilişkin özel bir belleğim var. Geçmişe dönüp bir anı düşündüğümde o gün ne giydiğimi ya da başkalarının ne giydiğini anımsarım genelde. Bazen de nedense o gün başka bir giysi taşısam olayların daha farklı gelişebileceğine dair bir inanca kapılırım. Dış görüntünün pek çok şeyi nasıl etkilediğini, giysinin bakışlara ve sözlere nasıl yansıdığını biliyorum. Çoğu kez giysi senin kimliğin olur; renklerin ya da giysinin şeklinin verdiği değişik bir enerjiyle dolarsın. Kuşkusuz anı etkileyen sayısız faktör var ama giysinin çekim alanının ağırlığı inkar edilemez.
Benim için mekanlar, nesneler, giysiler, renkler ve pek çok şey hep gizli işaretlerin, çağrışımların taşıyıcılarıdırlar. Birden bir köşede gözüme ilişen bir nesne bedenime şiddetle çarpan bir yumruk gibi gelir. O andaki yere yıkılışım yüzüme acınası bir ifadeyle oturur. Çevremdekiler ruh halimdeki bu ani değişimi bir türlü anlayamazlar. Bu yalnızca bir anımsama anıdır. Sürekli peşimden koşan geçmişin beni kıskıvrak yakalaması...
Böylesi durumlarda insan bir maskenin ardına sığınmak istiyor. Keşke bunu becerebilseydim. Birgün birileri sürekli gülümsediğimi ama gülümsememin nedense ince bir keder taşıdığını söylemişti ve kendimi böylesine ele vermiş olmaktan ötürü kızarmıştım.
Şair olmak, belki insana bir kılıf sağlıyor. Sonuçta şairler bir takım garip insanlar olarak görülmüyor mu? Ama nedense çoğu zaman sahip olduğumuz diğer kollektif kimlikler bunun önüne geçiyor ve çevredeki insanların farklı beklentileri bir baskı oluşturuyor. Bu küçük adada, geçmişteki bazı şairlerin ve aydınların biyografilerinde gezinirken içim ürperiyor. Onların yaşadığı derin yalnızlığı, öldürülenleri, göçüp gidenleri, intihar edenleri, akıl hastahenesine düşenleri teker teker gözümün önünden geçiriyorum.
Ne garip şeyler düşünürdüm ilk gençlikte... Kendi kafamda bir adalet oluştururdum. Evsizlere, fazla evi olanların evlerini dağıtır, açları doyurur, sevgisizleri biraraya getirip mutlu kılardım. Şehre doğru bakıp ev içlerinde neler olduğunu hayal eder ve iyi yürekli bir Tanrı kesilip bütün sorunları çözüverirdim. O yıllarda, insan herşeyi nasıl da kolay sanıyor. Büyüdükçe dünyayı daha iyi anlıyorsun ve masumiyetini yitiriyorsun. Bazen kendi yaraların öyle çok acıyor ki başkalarını düşünemiyorsun.
Ama belki böylesi yazılarla insanın kendini çırılçıplak ortaya koyması da bir işe yarıyor. Sonuçta öznelde bir çoğulluk yok mu? Birileri bana yazıp ”Sen beni anlatmışsın” dediğinde o iyi yürekli Tanrıymışım gibi mutlu oluyorum. Biliyorum bir yerlerde gizli bazı ruh akrabalarım, yazdıklarımda kendilerini seyreden okurlarım olduğunu... Ve bunun bilgisi dahi hayata bağlamaya yetiyor beni.