Göçebe ruhun yazıdaki halleri…
“Samimiyetsizlik” engellerine takılıp kaldığında insan, hayatın sunduğu zaman dilimine karşı itaatsizce davranmak, bazen de çıkışları zorlayıp yalnızlaşmak isteğine karşı çıkamıyor.
Yalnızlaşmayla yaşanan yolculuğunun sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği çoğunlukla anlaşılamamakla birlikte, esas olan, yeniden ister istemez kalabalıklaşmaya yani insanlarla temasa çark ediyor akıl ve beden… Bazen ne kadar uğraş verseniz de anlam veremiyorsunuz yaşananlara, yaşadıklarınıza ve bu bağlam direkt olarak da insana ve insanların olduğu kalabalık kümeye itiyor yeniden sizi...
Kendi evinizi yaratıyorsunuz.
“Ev yaratmak” der yazar, gri gecelerden birinin sabahında: “içine yerleşmek ister”…
Burada ev inşa etme eyleminin “kişilik” bağlamında, sembolleştirildiğinin altını önemle çizmek istiyorum.
***
Çocukken en güzel ev benim için, bir Portakal Ağacı’nın dallarının arasındaydı. Gökyüzüne yakın, yeryüzüne uzak hissederdim kendimi. Üstelik şansım varsa, bu evleşme zamanlarında, portakal çiçeklerine denk gelme olasılığıyla gökyüzü evim, yeryüzü ise göçebe çadırıma dönüşebilirdi. Sonrasında bulutlar geçerken, izini sürerdim başka dünyaların…
Büyüdükçe anladım aslında çocuk kalmanın ne kadar önemli olduğunu… Çünkü büyümek evsizleşmek ve de yabancılaşmak demekti, doğduğum Ada’nın gökyüzüne… “Büyünce çocuk olmak istiyorum.” cümlesini yazabilirdim Ada’nın taşlarına…
Günler günleri kovalarken, nasıl olduğunu anlamadan, sorgulamadan ve soru bile sormaya fırsat kalmadan, bir an içinde, terk etti küçük çocuğu Portakal Ağacı… Geriye taş yığınlarıyla örülü, bahçe duvarının dibine öylesine dikilen çiçeklerin kokusu ve yabancı yüzler kaldı. İncir Ağacı da yok artık yerinde… Hastanenin hemen girişindeki Kına Ağacı’da… Ağaçlar da tıpkı deniz dalgaları gibi vurdukları kıyıdan geri çekildiler ve dikildikleri gibi söküldüler ait oldukları mekânın içinden…
***
Göç, kentleşme ve kültürel mirastan geride kalanlar nasiplenirken, acı olan bu naçizane beden için ise ancak ve ancak melezleşmekten ibarettir. Pek çok açıdan her şey değişiyor dünyada… Değiştiriliyor insanlar tarafından… Değişim bir çeşit kaçınılmaz son gibi… Bellekte kalanlarla değişim arasında kıyasıya bir yarış var sanki… Dolayısıyla kırılgan olmuş herkes… Zaten bir insan kırmak için en kolay yöntemdir diline dil uzatmak… Etnik kimlik ile dilsel kimlik etle tırnak gibidir. Ayrılmaz bir organizmadır. Ayırmaya kalktığınızda acıtır, kanatır ve yaralarsınız. Hatırlıyorum da Portakal Ağaçları’nın gövdelerine yazmıştık ilk aşkın baş harflerini… Kendi dilimizde… Çocukça bir davranışın sır perdesi oluvermişti ağaçlar… Şimdiyse ben dilimin kendisiysem eğer kesmeyin bu dili… Tıpkı ağaçları kestiğiniz gibi…
Ağaçlar da kasabanın diliydi bir zamanlar…
Şöyle düşünelim: “Turunç çiçeği kokardı bir zamanlar buralar” dediğinizi her fırsatta hatırlayın. Sonrasında bir hüzün kaplarsa içinizi, bilin ki ağaç da gitmiştir ve geriye gelen taş yığını içinden diliniz de değişmiştir.
Çok uzun zamandır dilim küstü bana. Kendimi bir bukalemun gibi uydurmaya çalıştığım bu uzak kültürden payıma düşenin gayrimeşru bir dil olduğunun farkına varalı çok oldu. Ben farkındalığın yükünü taşıyorum ve onunla hesaplaşmadan zaman günbegün geçmiyor hayatımdan… Bir ağaç arıyorum yaşadığım mekânda ve fakat gelin görün ki benim bile bulmam imkânsızken kendi dilimi, toraklarından da çoktan göç etmiş ağaçlar.
Eve dönüşün imkânsızlığın hüznü doldu içime…
Niçin göç ettik ki bizler?!
Bilen var mı?
Anlayan?
Sorgulayan?
Soru sorup, cevap arayan?
Siz bunları cevaplamaya çalışırken yeni bir düşünceye yelken açmış durumdayım: galiba geçen bunca zamandan sonra en iyi anlayıp, kabullendiğim, kendimin ne kadar yabancılaştığımı kabullenmek olmuştur. Bu nedenle “yeni dünya”nın rutinine alışarak, verilen konukseverliğe kayıtsız kalamadım. Çünkü yabancı olduğunuz yerde en iyi ilaç kırılganlıkların sarılmasıdır. Ve bu kırılganlıkların bir sebebi de Ada olunca, tıpkı kelimelerin yeni bir beyaz sayfada özgürce dağıldıkları gibi sarılıyorsunuz bu konukseverliğe…
Ehh… Sonunda “klişe” deyim de yerini bulmuş oluyor: Misafir umduğunu değil de bulduğunu yer!
***
Bir ağaç nereye göçebilir ki?!
Kökleri bağlıyken toprağına göç etmesi mümkün değildir. Hadi gelin biz buna “göç ettirilmek” diyelim ve sökülüp alınsın tüm ağaçlar yerlerinden, yurtlarından, ait oldukları küçük toprak parçalarından… İşte bu kadar basit olay!
Biz insanlar da böyleyiz, gün geliyor bir el kavrıyor bileğinizi ve daha ne olduğunu dahi anlamadan koparılıyorsunuz köklerinizden… Kolektif bellek ve kişisel bellek omuzlarınızın üzerine konan kelebekler gibi hep sizi takip eder. Genetik yapı dahi gün geliyor ve kendinizi mevcut yaşam duvarlarına uydurmanıza bile engel olamıyor. Kelebekleri herkes sever öyle değil mi?
Nedenini hiç düşündünüz mü?
Öldüklerin de bile güzelliklerini koruyan yegâne canlılar oldukları için…
Kuşlar gökyüzünün sinesine sığınır ve fakat kelebekler özgürdür.
***
Yalnızlaşmak isteğine hep itaatsizlik ettim.
Gelin görün ki: yabancılaşmamak için çabalarım akıntıya kürek çekmek gibiydi…
Yazının sonuna gelirken içime sinen göçebe ruhun anlam veremediğim halleriyle bir hasbıhal gerçekleştirdim: Zamanın izini sürmek için baktım yeniden Ada’ya…
Bu zaman ki, Proust’un ıhlamura batırılan madlen tadında izler bıraktı bende: güzel şeyler düşünmek, ağlayarak mutlu olabilmek, hüzünle sevişmek, geçmişe özlem duymak, geçmişi olmak, bugünde yaşamak, alınyazısı, kader, gerçeklik, görülen dünya, yaşanılan hüzün, terk edilen çocukluk, özlemle bakılan dün, müzik, ritim, bir türkü söylüyor bellek, feslikan, deniz, tuz, güneş, bir kedi sesi gelir geceden, bir anne çağırır komşu duvarın çatlağından, bir baba geçer gözümün önünden: yorgun gözlerinde saklanır köyünün dağları ve mersin kokuları, portakalın kokusunu özler belki de…
***
Göçerek yabancılaştığım şehir, uzaktır benden.
Giderek evsizleştim, yaşamda…
( Zaman geçiyor, yazılar baki kalıyor. Hayatın hızında, yoğunluğunda, karmakarışık işler yığınında, bir de soğuklarla boğuştuğumuz bu gri şehirde, yazı yazmak için zamanı yakalayamadığımdan dolayı, bu hafta, arşivimden çıktı cümleler. Affola! )