Gökkuşağındaki Renkler Bile Yasadışı Olabilir
İnsan hak ve özgürlükleri; en temelde varoluşumuzu ortaya koyan ve insan olmaktan başka herhangi bir koşula bağlanmaksızın uygulanması gereken kuralları belirler. Çok uzun yıllardır yürütülen mücadeleler neticesinde elde edilen bu haklar, devlete iki tip görev yükler. Bunlardan ilki negatif (müdahale etmeme) diğeri ise pozitif (hakkın kullanımı için somut icraat yapma) olarak sınıflandırılır. Mesela eğitim hakkı pozitif çerçevede değerlendirilirken, ifade ve düşünce özgürlüğü negatif sınıflandırmada yerini alır. Tabi ki hakkın kullanımında hiçbir sınırlama olmayacağını söylemek mümkün değildir. Bu noktada da “öze dokunmama” prensibi devreye girer. Devlet yönetimi, hakkın kullanımını imkânsız kılıcı derecede sınırlayıcı tedbirler alamaz. Kısacası sınırlamanın da bir sınırı vardır. Gerek kanunları hazırlarken gerekse idari işlem ve eylemlerde, devletler bu çerçevede hareket etmeleri gerekir. Aksi takdirde taraf oldukları insan hakları sözleşmeleri ile çelişecekler ve ihlâl teşkil eden adımlar atacaklardır.
Kıbrıs’ın kuzeyine gelindiğinde, ortaya karmaşık bir tablo çıkmaktadır. Yasama faaliyetlerini yerine getiren Meclis, bugüne kadar pek çok insan hakları sözleşmesini gündemine almış ve hemen hemen hepsini herhangi bir çekince koymadan (yani sözleşme maddelerinin tümünü kabul ederek), onay yasası aracılığıyla kanunlaştırmıştır. Ayrıca Anayasadaki 90. madde gereği, söz konusu sözleşmeler kanun hükmündedir ve uygulanması gerekir. Hâl böyle iken, ortaya çıkan herhangi bir hak kullanımında yaşanan aksaklıkta, sözleşmenin değerlendirme konusu yapılması elzemdir. Hatta daha ileri giderek söylemek gerekirse, yasa koyucunun mevcut mevzuatta yer alan ve sözleşmeler ile çelişen maddeleri temizleme yükümlülüğü vardır.
Geçen hafta vuku bulan ve evi basılıp apar topar polis karakoluna götürülen Bengül Gargınsu meselesini hepimiz yakından takip ettik. Ortada pek çok spekülasyon dolaşıyor olsa da, konunun hukuki olmaktan öte siyasi bir manevra olduğuna inanıyorum. Mahkemeye intikal eden bir dava olduğu için, ayrıntılı bir şekilde konuyu tartışmayacağım. Lâkin Kıbrıslı Türklerin ne gibi bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu, yasalara bakarak sizinle paylaşmak istiyorum.
Gerek Gargınsu’ya gerekse kızına okunan davalar, Fasıl 154 ceza yasasında “Anayasa ve Mevcut Düzene Karşı Suçlar” başlığı altında düzenleniyor. “Yasadışı Cemiyet Üyeliği” maddesinin üçüncü fıkrası, ceza yargılamalarındaki ispat külfetinin yer değiştirmesine zemin yaratıyor. Daha açık ifade edecek olursam; bir suç işlediğiniz iddia edilirse, suçsuz olduğunuzu kanıtlamak zorunda değilsiniz. Hukuktaki en temel ilkelerden biri olan “masumiyet karinesi”, iddia makamı (savcılık) tarafından suçunuz ispatlanana kadar masum olduğunuzu varsayar. Ama söz konusu madde, bunun ötesine geçmekte ve “yasanın 63.maddesinde yasa dışı olduğu belirtilen herhangi bir fiilin işlenmesini savunan veya teşvik eden kişilerin toplantısına katılan veya tasarruf veya kontrolünde yasa dışı bir cemiyet üyesi veya yetkilisi veya cemiyetle herhangi bir ilişkisi olduğunu zımnen gösteren herhangi bir rozet, üye defteri veya ne zaman basıldığına bakılmaksızın herhangi bir mektup veya belge bulunduran herhangi bir kişi, aksini kanıtlamadıkça veya kanıtlayana kadar, yasa dışı bir cemiyet üyesi olduğu varsayılır” diyerek sizden üye olmadığınızı kanıtlamanız beklenmektedir. Dikkatinizi çekerim, herhangi bir rozet, ne zaman basıldığına bakılmaksınız bir mektup veya belge bulundurmak sizi örgüt üyesi yapar. Bunu temizlemek de omuzlarınıza yüklenir. Konuyu ifade özgürlüğü yanında, adil yargılama prensipleri bakımından da değerlendirmek gerekir.
Ayrıca 62. maddede tanımlanan kanıtlama yükü de, insanı devlet aygıtı karşısında çaresiz bırakmaktadır. Sözü edilen düzenlemeye göre: “Bu Yasanın 56, 58 veya 59. maddeleri gereğince yapılan bir kovuşturmada, yasa dışı olduğu iddia edilen bir cemiyetin veya onun bağlı olduğu veya bağlı olduğu anlamına gelen veya bağlı olduğunu gösteren veya herhangi bir biçimde ilgisi bulunan herhangi bir cemiyet veya örgüt tarafından veya onun adına veya menfaatine çıkarıldığı anlamında olan veya görünen herhangi bir kitap, dergi, broşür, afiş, bildiri, gazete, mektup veya başka belge veya yazı, çıkarılması üzerine iddia makamı tarafından ibraz edildiği takdirde, bunların içeriği ve yasa dışı olduğu iddia edilen cemiyetin doktrin ve uygulamaları için, ilk bakışta, yeterli delil sayılır”. Geçen haftadan beri toplum içinde de rahatsızlık yaratan, çeşitli sivil toplum örgütü ve kişilerin de tepki gösterdiği meselenin yasal dayanağını da bu madde oluşturur. Kitap, dergi, broşür, gazete, mektup, afiş ve bildirinin suç kapsamına alınması, teknik hukuk açısından değerlendirme yaptığımızda, şu an yürürlükte olan ceza yasamıza uygundur. Ama bu, iç hukukumuzun parçası olan AİHS’in 10. maddesi ve anayasamızın 24. maddesi tarafından korunan düşünce ve ifade özgürlüğü ile çelişmektedir. Mevcut durum, Mağusa Kaza Mahkemesi’ndeki yargıç tarafından da tespit edilerek, geçtiğimiz günlerde benzer bir yargılamada beraat kararı verilmiştir.
Yasadışı örgütlerin, Bakanlar Kurulu emirnameleri ile belirlendiği hususunu da dikkate aldığımızda, önceden de söylediğim gibi, konunun hukuki olmanın yanında siyasi bir mesele olduğu da kanıtlanmış olur. İktidardaki siyasi partilerin gündemlerine alması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin buyurması sonucunda, bu listenin yenilenmesi mümkündür. Kısacası hangi örgütün hangi dönemde “yasadışı” olarak belirleneceği de idarenin iki dudağının arasındadır. İlgili ceza yasası maddelerini bu dönem üzerinden değerlendirmek hatadır. İleride kimin kapısını çalacağını bilmek imkânsızdır. Bu sebeple konuyu insan hakları perspektifi ile tartışmak, ifade ve düşünce özgürlüğü ile taban taban çelişen maddeleri mevzuatımızdan temizlemek elzemdir. Polis teşkilatının özellikle siyasi konularda, sivil idare yerine başka odakların emir ve komutası altında hareket ettiği açıkken, yasamanın elindeki tek araç olan mevzuat yaratma gücünü kullanması gerekir. İçinde yaşadığımız koşullarda atacağımız en gerçekçi adım, Ceza Yasası’ndaki ilgili maddeleri yürürlükten kaldırmak ve hiçbir makama bu doğrultuda cadı avına çıkma imkânı tanımamaktır. Ancak bu şekilde demokrasimiz gelişebilecek ve farklı fikirlerin özgür şekilde tartışabileceği bir ortam yaratılacaktır. Aksi takdirde statükoya karşı çıkarılan her ses bastırılacak ve “terör” maskesi altında susturulacaktır.