1. YAZARLAR

  2. Tamer Öncül

  3. Gökyüzü ağlıyor halimize
Tamer Öncül

Tamer Öncül

Gökyüzü ağlıyor halimize

A+A-

Bulutlar Ay’ın aydınlıkta kalmış küçük dilimini de karartmak için yarış ediyor sanki…
Gökyüzünde milyarlarca yıldız,  kah kaybolup; kah görünüyor, gözlerini kırpıştırıp…
Sayıları 1 Milyar mı?
Yani dünyadaki açlar kadar çok mular? Sayamıyorum…
“Tok açın halinden anlamaz” derler ya; durum daha da kötü… Tokun umurunda bile değil açlar!.. Hiç fakirlik yaşamamışları çoktan geçtim; SONRADANGÖRME bir çok insan da unutmuş geçmişini…
Daha çok; daha da çok TÜKETELİM kavgasında ömürlerini tüketen zavallı insanoğlu; insanlığını yitirdiğini, beş kuruşluk kefene sarıldığında anlayabilir(anlayacak durumda olamaz ya…) ancak; ama COOK GEÇ!...
Gecenin bir yarısı AY’ı kovalayan bulutlara bakıp bunları düşünüyorum…
İktidar Güç Vermez, Etrafındaki Zayıflar Olmasa!...  diye söyleniyorum kendi kendime…
Bir yıldız parlayıp sönüyor ansızın…
Biri sağdan biri soldan iki yıldız kayıp; intihar ediyor gökyüzünde…
Üç beş damla yağmur düşüyor gözlerime…
Gökyüzü ağlıyor halimize, diye düşünüyorum;
ÜŞÜYORUM…* (16-10-2010)

ÜŞÜYORUM…

Donmuş bir dünyaya uyandım Pazartesi sabahı. Bahçedeki tüm sebzeler kış uyukusuna yatmış gibi yerlerde… Beyaza yenik düşmüş yeşilin solgunluğu bozuyor “sevimli kış” masallarının büyüsünü.
Küçük havuzun yüzeyini kaplayan buz tabakası donduruyor kanımı; Üşüyorum… Soğuktan erimiş nilüfer çiçeği kökleri arasına sinmiş küçük balıkların telaşı 30 yıl gerilere taşıyor beni…
Şimdi neredeyse yağmur birikecek toprağı bile kalmayan Kermiya’dan; dünyanın en saçma, en çarpık çemberi ödülünü kazanmayı hak eden o ucube raundabaundun yanındaki evimizden, geçen yıl Anaokul’a dönüştürülen Ortaköy İlkokulu’na yürüdüğümüz yılları anımsadım… En büyük eğlencemizdi buz tutmuş su birikintileri üzerinde yürümek. Çoğu kez ince buz tabakası kırılır, buz gibi suya ve çamura bulanırdı ayaklarımız... Ama bu aksilikler bizi durduramazdı... Büyük koruyucumuz nenemin Ortaköy’deki evinde ayaklarımızı kurutur öyle giderdik okula. Bundan annelerimizin haberi olmazdı hiç bir zaman. Bütün yaramazlıklarımızın büyük sırdaşı nenemin şefkatli koruyuculuğu yüreklendirirdi bizi…
Tehlikelerle, “düşmanlar”la dolu, birbuçuk millik o uzun okul yolu bizim için en büyük sınavdı ( kolej sınavı gibi bir derdimiz de yoktu o zamanlar). O yolu “zaiyat” vermeden geçmek, okula ulaşmak ve hava kararırken (o zamanlar, Cumartesi dışındaki günlerde tam gündü okul) eve ulaşmak tam anlamıyla bir “macera” idi bizim için. Okul sonrası köy kulübünün yanındaki efgalipto ağaçlarıyla küçük bir ormanı andıran “mektep havlusu”nda  oynanan oyunlar da bu “maceralı yolculuğun” bir parçasıydı.
“80 Günde Devrialem”, “Denizler Altında 20 Bin Fersah” kadar olmasa da, kendi çapında süprizler ve tehlikelerle dolu bu “yolculuk”ta, kendi güvenliğimizi kendimiz sağlamak zorundaydık… Bir alevlenen bir sönen, ama varlığını hep hissettiren toplumlararası çatışmalar; yarısı mevzi olan evimizde içimize sinen “askeri hava” (günlerce göremediğimiz babamın uyukulu gözlerimizdeki “asker” silüeti, Liseli abilerimizin “mücahit-öğrenci” konumları ve her an, her yerde gördüğümüz silahlar, bombalar) ister istemez “militarist” kimlikler dayatıyordu bizlere de…Her birimiz “yenilmez kahramanlar”dık… Ama bizim düşmanlarımız ne Rumlar’dı; ne küçücük adamıza nükleer bombalar yığan (bu nükleer silahlardan ne biz haberdardık gerçi ne de İngiliz hayranı büyüklerimiz…); askeri Landroverler’ini çılgınlar gibi süren İngilizler; ne de babalarımızı izine göndermeyen komutanlardı.
Daha “somut”, “daha korkunç” düşmanlarımız vardı bizim: Azgın çoban köpekleri; zincirini koparmış tosunlar (şimdi yerinde yeller esen “Küçüğün Hanı”ndaki o burnundan zincirlenmiş tosunun yanında İspanyol boğaları keçi kadar kalırdı, bize göre), tam kesilemeyen boyunlarından kanlar fışkırtarak “başı kesik tavuk gibi” sağa sola koşuşturup duran “salhane kaçağı” (şimdiki Lemar’ın yanında bir çevre faciası gibi duran baraka, salhane idi o zamanlar) develer (bizi dakikalarca kovalayan bu başı kesik develerden birine Cambolat adını takmıştık); ve “mektep havlusu”ndaki fırınımıza attığımız patates-soğanların eşşiz tadına tat katan serçeleri (kuş lastikleriyle) vurduğumuz anda, bir panter gibi kapıp kaçan “hırsız kediler”…
Tüm bunlar bizi yıldıramazdı elbette… Kemalettin Tuğcu’nun zavallı kahramanları değildik biz… Şaşı arslanlı “Daktari”deki savanlarda vahşi hayvanlarla savaşan birer Donkişot’tuk… Tommix bile korkardı bizden… Silahlarımızı (kuş lastiği, inşaat demirlerinden yapılmış mızraklar, kalın tahtadan kılıçlar, alina tüylü oklar, küçük çakılar vb.) kuşanır, dedemin evine (sığınağımıza) dek savaşarak geçerdik kışın buzullaşan, yazın çölleşen savanları. Hiçbir şeyden korkmazdık… Üşümezdik…
Şimdi, dışarda soğuk, karanlık bir hava var… Elektirikler kesik… Yarı karanlık odada  bu yazıyı yazmaya çalışıyorum… Okul yolunda, çarpık trafiğin son kurbanı olan, 9 yaşındaki Çise’nin gazeteden fırlayan sorgulayıcı bakışıyla titriyorum…
ÜŞÜYORUM… 
20-01-2000

* REFERANDUM İsimli kitabımdan. S.65

Bu yazı toplam 2506 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar