Gökyüzü ve utanç
Tiyatro Pallas’ın salonu, balkonu, tümü dolmuştu.
Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türkler yarı yarıya, hemen hemen eşit sayıda katılmıştı geceye…
Gençler yine azınlıktaydı.
Yağmur yağıyordu ve barikattan yürüyerek gelmiştik.
Kenti değil yalnızca, onca hayatı bölük pörçük eden gerçekleri izleyecektik.
“Çiçekler ve Kurşunlar”a bakarken sanırım gözünden yaş süzülmeyen kimse yoktu.
Kıbrıs’ı ortak yurt bilen insanlar, ortak acılarımıza ağladık, hiç ayırmadan...
“Buradaki tüm çocuklar öldü, bu sınıf artık yok” yazısı düşerken beyaz perdeye…
Kıbrıslı Rum dostum ağlıyordu, yanı başımda, Kıbrıslı Türk çocuklarına…
Kardeşleri gözleri önünde katledilen, sırtındaki onlarca kurşuna rağmen hayatta kalan Yorgos Liasis’ın tanıklığına benim ağladığım gibi.
“Gökyüzü sanki üzerinize düşüyor, o an, öyle bir ağırlık hissiydi.”
Büyüyememiş çocuklarına ağlıyorduk bu ülkenin…
* * *
Tarih profesörü, araştırmacı Konstantina Zanu açış konuşmasında, “Birçoğumuzun sandığının aksine yurdunu seven insan yurdundan gurur duyan değil, utanan insandır” diyordu.
Bizi “utanç duygusunun” birleştireceğini söylüyordu.
Utancı kişisel bir yerden değil, ortaklaşan bir hassasiyet üzerinden anlatıyordu.
Hepimize kendi acılarımızla yüzleşmeyi öğrettiler ya, yalnızca ve yalnızca…
Evde… Okulda… Sokakta…
“Mağdur” bizlerdik, asla “fail” değildik, hani…
Hep “biz” ölmüş…
Hep “onlar” öldürmüştü.
Bizi bize kırdıran da bu ezberdi zaten…
Oysa…
Kendi yaşadığımız kötülüklerden farklı ya da benzer acılar duruyordu, yanı başımızda…
Utanmamız gereken, birlikte…
“Affetmek” yerine “utanç” duygusunu diriltmeyi öneriyordu Zanu…
“Belki ortak utanç duygusu gururdan daha güçlü olursa, o zaman birleşebiliriz” diyordu…
* * *
O duyguyu yaşadım.
Utancı…
Palekitre / Balıkesir katliamında ölen çocukların mezarlarına çiçek bırakmak için yürüyen barışseverlerin önünü kesmişti bir milliyetçi…
Ne diyordu?
“Belki da kendileri öldürdü. Ovaların içinden geberikleri topladık, gömdük biz…”
* * *
Savaşın kurbanları üzerinden senelerdir ayrıştırıcı politika yürüten milliyetçilere ya da menfaatçilere pek de tanıdık gelmeyen bir duygu bu…
Utanç…
* * *
Panikos Hrisantou ve Niyazi Kızılyürek, “Çiçekler ve Kurşunlar” filmiyle, en az “Duvarımız” kadar önemli bir belgesele daha imza attılar…
İnsana dokundular ve insanlığa…
Utancımıza, gerçeğimize, acılarımıza, yarılmış düşlerimize, yarım hayatlarımıza…
* * *
“Bu küçük çocukları öldürdüler. Peki onlara ne oldu?”
Muratağa’da tüm ailesini yitiren Hüseyin Akansoy söylüyordu bunu…
Peki onlara ne oldu?
Ne oldu katillere?
Bu insanları öldürenlere ne oldu?
O katilleri bilenlere, görenlere, bu ağır yükü yıllardır yüreklerinde taşıyanlara ne oldu?
* * *
Perde kapanıyor, ışıklar açılıyor yeniden…
77 yaşındaki dedesi Yannis, 68 yaşındaki ninesi Hristina, 42 yaşındaki amcası Mihail, 48 yaşındaki annesi Mararita, 21 yaşındaki kızkardeşi Hristina, 23 yaşındaki kızkardeşi Lenia, 16 yaşındaki kızkardeşi İliada, 31 yaşındaki teyzesi Sotira, 7 yaşındaki yeğeni Maria Yeorgiu, altı aylık yeğeni Yiannakis, 2 yaşındaki yeğeni Lukas gözlerinin önünde öldürülen Yorgos Liasis…
İki kızkardeşini, iki erkek kardeşini, annesi ve yakın akrabalarından toplam 36 kişiyi Muratağa-Atlılar-Sandallar katliamında kaybetmiş Hüseyin Rüstem Akansoy…
İkisi de sahneye çıkıyor…
İkisi de sarılıyor birbirine…
* * *
Gökyüzü öylesine ağır duruyor üzerimizde, hâlâ…
Utanç da yetmiyor bazen…
Yüzleşmek de…
Barışa ermek gerekiyor.
Milliyetçi saplantılardan, egemenlik yarışlarından, yarım hakikatlerden kurtularak…
Yağmurda yürüyerek dönüyoruz yeniden, bir barikattan ötekine, yarım ve yaralı…