GÖNÜLLÜ SÜRGÜN L. DURREL’İN KIBRIS’I VE KIBRISLILARI
GÖNÜLLÜ SÜRGÜN L. DURREL’İN KIBRIS’I VE KIBRISLILARI
Metin KARADAĞ
[email protected]
Lawrence Durrel (27 Şubat 1912 - 7 Kasım 1990) 20. Yüzyıl İngiliz Edebiyatı’nın önemli temsilcilerinden biridir. Hindistan’da doğup sekiz yılını orada geçirmesi, daha sonraları kendisinin "a Tibetan mentality" Tibet Zihniyeti diye adlandıracağı – ve hiç kopmayacağı bir “oryantalist” eğilimi oluşturmuştur. İngiliz baba, İrlanda-İngiliz anne ve Hint kültürünün etkileri ile yaşamı boyunca göçmen bir kimlik üstlenmiştir. Hindistan dönüşü başladığı İngiltere’deki hayatını “otopsi” olarak nitelendiren Durrel’in ilk romanı Charles Norden takma adıyla yayınladığı Pied Piper of Lovers (1935) tır. Daha sonra Panic Spring (1937) adlı romanı ile edebiyat çevrelerinde tanınmaya başladı. Annesinin ölümüyle karısı Nancy ile birlikte Korfu (Yunanistan) adasına göç etti. Bu, onun yaşamındaki değişim sürecinin başlangıcıydı. Annesinin ölümü onda bir ölüm kitabı (The Book of the Dead) yazma düşüncesi yaratmıştı. İskenderiye Dörtlüsü (The Alexandria Quarte) böyle biçimlenmeye başlamıştı. Uzak ve Yakın Doğu, yazarın dünyasında gizem, egzotik atmosfer ve sanatsal ilham bakımından son derece önemliydi. Bu arada Henry Miller ile 45 yıl sürecek bir dostluğunu vurgulamamız gerekmektedir. Altı yıllık Korfu macerasını Nazi baskısı sonucu 1941 yıllında askıya alıp, İskenderiye’deki British Information Office’de çalışmaya başladı. Yeni mekânındaki gözlem ve saptamaları yoğunlaştı. İskenderiye Dörtlüsü’nün ünlü kahramanı Justine’i yaratmasına vesile olan ve kendisini çok etkileyen Eve Cohen ile ilk eşinden boşandıktan sonra evlendi. Savaş sonrası “cezaevi” diye nitelendirdiği Mısır’dan kaçarak iki yıl Rodos adasında Halkla İlişkiler uzmanı olarak çalıştı. Ancak göçmen karakteri yeni bir değişimi ortaya çıkardığından 1947-1948 yıllarında Arjantin British Council Institute’de bulundu. Ancak aklı hep “Akdeniz” de olan Durrel, Yugoslavya’ya taşınır (1949-52). Arayışın son halkası Kıbrıs’tır. Bellapais’te satın alınan bir eski taş evde, yüzlerce sayfalık yazılar ve konumuz olan Kıbrıs’ın Acı Limonları (1957) ortaya çıkar. Bu kitap, Kıbrıs’ı “taç koloni” olarak gören İngiliz yönetiminde adanın yerli halkları olan - yazarın sempatisinin yoğunlaştığı- Türkler ve Rumların barıştan savaşlara dönüşen çeşitli oyunlara getirilişlerinin hüzünlü, buruk, iç yaralayıcı öyküsüdür. Kıbrıs’ta Justine’i bitiren Durrel, İskenderiye Dörtlüsü’nü Paris’te edebiyat dünyasına sundu (1957-1960). Rum çetelerinin baskısı sonucunda Kıbrıs’tan ayrılmaya zorlanan Durrel sonraki 35 yılını güney Fransa’da Sommières’de geçirdi. Irmak romanlar diyebileceğimiz ama İskenderiye Dörtlüsü kadar ses getirmeyen: The Revolt of Aphrodite, comprising Tunc (1968) Nunquam (1970), ve The Avignon Quintet (1974-1985) adlı eserlerini yazdı. Tüm şiirlerini Collected Poetry 1980’de yayımladı. Kızının intiharı ve dördüncü eşinin kanserden ölmesiyle oluşan yıkılganlığını son eseri olan Caesar's Vast Ghost’ta (1990) yansıttı (Lillios- 2334). 7 Kasım 1990’da vefat eden Durrel’in Kıbrıs’ın Acı Limonları, genel Kıbrıs tarihi ve Kıbrıs Türk kültürü açısından da önemli bir kaynaktır.
Yaşanılan özel anların evrendeki anlamlarını yakalamak amacıyla yazdığını söyleyen Durrel, yola çıkarken “gerçeğin doğası nedir?”; “sanatçı sözcüklerle bunu nasıl tanımlayabilir?”; “sanatçı ya da salt insan olmanın hangisi doğru seçimdir?” gibi ömrü boyunca yanıt arayacağı sorular kapsamında metafiziksel bir eğilim içinde olmuştur. Eserlerini inceleyen gözlemci okuyucular, yazarın Tibet’teki çocukluk hülyalarının izlerini saptayabilir. Öğrenim yıllarında Batı Fizik’i ile Doğu’nun metafiziği arasında bocalayan Durrel, yaşamı boyunca bu ikilemi hissetmiştir. 1952’de yayınladığı A Key to Modern British Poetry adlı eserinde bu iki merkezin birleştirilebileceğini ileri sürdü. Günümüzün karmaşık politik kaosu için de Durrel’ce kimi yaklaşımlar–örneğin medeniyetler ittifakı- görülmesi yazarın insanlık perspektifinin genişliği konusunda fikir verebilmektedir. Einstein ve Freud öğretileriyle iç içe olması, ilişkide bulunması bu bileşim arzusunun gücünü göstermektedir. “Evreniçi - evren dışı insan” düşünceleriyle didişerek modern fizik kuramlarının, istenildiği takdirde Doğu felsefeleriyle bağdaştırılabileceğini savundu. Düşüncelerini, ülkülerini aktarmak amacıyla şiir, roman ve gezi türlerine yöneldi. Yarattığı tipler, Batı geleneğinin klasik seyri içinde değil; ruhun reenkarnasyon arayışlarındaki farklı yönelişlerde ortaya çıkıyordu. Durrel, 1930’larda “insan yaşamında temel travma ve nevroz, ölümdür” ("The basic trauma, the basic neurosis" in human life is death) görüşüyle yine “kaçış-göçmenlik” arayışlarına girişti. Yazarın yaşamındaki Kıbrıs sayfaları bu düşünceler çerçevesinde açıldı ve Acı Limonlar’ı yarattı (Lillios 2335).
* * *
L. Durrel’in kitabını edebiyat türü içinde bir sınıfa kesin bir biçimde koymak mümkün değildir. Önsözde kendi ifadesiyle bu kanımız doğrulanmaktadır: “Siyasal bir kitap değil bu, yalnızca 1953-1956 arasında Kıbrıs'ta yaşanan zor yıllar sırasında adaya hâkim olan at¬mosferi, ruh hallerini yansıtmayı amaçlayan, biraz izlenimci bir çalışma. Hiçbir resmî kimliğim olmadan adaya gittim ve Yunan köyü Bellapaix'e yerleştim. Oraya yerleşmemden sonraki olaylara, bu kitabın sayfalarında anlatıldığı gibi, mümkün olduğunca, benim öteki konuksever köylü hemşerilerimin gözüyle bakmaya çalıştım. Bu kitabın Kıbrıs köylülerinin ve adanın doğa görünümünün onuruna dikilmiş, pek de önemsiz olmayan bir anıt olduğunu düşünmeyi çok isterim. Bu kitapla birlikte ada üçlemesi tamamlanmış oluyor (Durrel 11). Can Yayınları’nın “anı” dizisinde çıkarılan tercümesinin tanıtım yazısında da “Kıbrıs’ın Acı Limonları yüzlerce yıl barış içinde bir arada yaşamış iki halkın nasıl karşı karşıya getirildiğini, 1950’lerin sonlarına doğru körüklenen yangının bugün hâlâ çözülemeyen Kıbrıs sorununun nasıl yaratıldığını gözler önüne seren gözlemlerle dolu. Durrel, yaşadığı cennet güzeli Kıbrıs’ın nasıl bir cehennem adasına döndüğünü anlatıyor”(arka kapak) denilerek kitabın içerik ve kapsam bakımından kimliği ortaya konulmaktadır.
Öte yandan adaya ayak basmadan önce bilgisel birikim bakımından, kimi kaynakların yazarın bakış açısını oluşturma bakımından etkili olduğunu saptayabiliyoruz. Bu kaynakların başında A Lady’s Imression of Cyprus” adlı eser gelmektedir. İngiliz egemenliği yıllarının yansıtıldığı kitapta, şair Rimbaud’nun Larnaka günleri de anlatılmaktadır. Durrel’in Hint vedalarından kaynaklanan, Mısır coğrafyasının gizeminden güç alan duygu varsıllığı adada; Harun El Reşid, İskender, Aslan Yürekli Rişar gibi istilacılar, Catherine Cornaro, Helena Palaelogus gibi iz bırakmış kadınlarla ilginç bir uzam yaratıyordu. Durrel, adaya ayak basarken kafasında canlandırdığı, hayalinde yaşattığı adayı şöyle tanımlıyordu: “Farklı istilalarla tahrip olmuş, hırpalanmış bir ada, anıt üzerine anıt biriktirmiş. Kralların ve imparatorlukların çe¬kişmeleri yüzünden kanla lekelenmiş, camiler, katedraller, kalelerle doğa görünümü kaç kez canından usandırılmış, kaç kez yeniden can bulmuş. Tarihlerin ve kültürlerin gel¬gitleri içinde, Aryan ırkıyla Sami ırkının, Hıristiyanlarla Müslümanların kaç kez ölümüne kapıştıkları ani bir patla¬ma noktası olmuş. Aziz Paulus, Baf'lıların karşısında ağır bir yenilgiye uğramış. Antonius adayı armağan olarak Kleopatra'ya vermiş. ” (s 21).
Doğu Akdeniz’de bütün ilişkilerin yönünü değiştiren konukseverliğin Sabri ile tanışmasından sonra somutlaştığını yazan Durrel, zarif Bellapaix (Bellapais) Gotik Kilisesinin egzotik ve kutsal havasının etkisiyle yerleşeceği bölgeyi Sabri’nin yardımları ile seçer. Bellapais’i anlatırken “kemerli kapılardan girilince yelpaze gibi açılarak genişleyen avlularda Türk tuvaletleri; Türk usulü kafesli havalandırma pencereleri”nden (s.61) söz eder. Yazara bulunan ev de “Kıbrıs Türk tarzı, kutu biçiminde, büyük bir evdi”. (s .62). Eski tarz kapı aynalarıyla harika bir güzelliğe sahip olan evin pencereleri Türk tarzı desenli tahta pervazlarla süslüdür (s. 62). Evin bulunduğu Bellapais’e ilk görüşte âşık olan Durrel, mekânı W. Hepworth’dan bir alıntıyla şöyle anlatır: "Bu yerleşim yeri ne kadar güzelse ve kuytuysa, bir dağ yama¬cına tünemiş olan setleri aşağıda Cerinia bahçelerine, Adana sula¬rının beri kıyısındaki Bulgar Dağı'nın dar vadi ve çayırlarına ba¬kan mevkii de en az o kadar güzel ve kuytudur. Adı Barış. Limanın yükseklerinde, ormanların içine yuvalanmış bu yere Anglo-Norman inşaat ustaları Barış adını vermişler -Barış Manastırı- Clol-ture de la Paix; çok güzel, rahatlatıcı bir ad, davetsiz konuk Kıbrıslılar bunu bozup Delapays yapmışlar, onların Venedikli efendileri de Bellapaese. Burada, kibar batılı erkekler ve sofu kadınlar yüz¬yıllarca huzur bulmuşlar" (s. 81).
Köyde yazarın ilgisini çeken ilk şeylerden bir de hâlâ ilgi merkezi olan Tembellik Ağacı’dır. “Gölgesinin bile insanın çalışma gücünü zayıflatan” bu ağacın müdavimleri, zamanın varsıllarıdır. Toprak sahibi olan bu insanların tüm işleri kahve içip iskambil oynamaktır. Kıbrıs’ın Hristiyan mitolojisi içindeki yerine değinen Durrel, adada 107 azizin bulunduğunu ve ayrıca 315 yabancı azizin de adada gömülü olduğunu yazar (s. 112). Bu efsanelerden Aziz Hilarion ile ilgili olanı kitapta şu biçimde görüyoruz: “Estienne de Lusignan sırf bizim aklımızı karıştırmak için şatonun başlangıçta aşk tanrısı Cupid için inşa edildiğini söylüyor; şeytanlar, temiz olmayan ruhlar, onun uyduları, orada ika¬met etmekteymiş. Aziz Hilarion'un erdemi onları oradan ka¬çırtmış. Aşk Tanrısı tapmanın yerini o aziz tapma almış. Ben haçlıların verdiği adı yeğliyorum, Dieudamour.” (s.115) Burçların doğasını aktarırken kullandığı tanımlama da ilginçtir: “Tuhaf tadlar karışımı; İncil, Anadolu, Yunanistan” (s.115)
Adadaki ağaçların mitolojik efsanevî yanlarına ilişkin de şu satırları bulmaktayız: “Ağaçların sahipleri. Meşe ağacı Zeus'a aittir. "Yediğiniz kozalaklar bilgiydi. Palmiyenin sahibi Hermes'ti, daha sonra Apollon hem palmiyenin hem de defnenin sahibi oldu. İncir ağacı Demeter'e aitti -Baküs'ün kutsal organı o ağaçtan yapılmaydı. Firavuninciri Mısırlılar için Hayat Ağacıydı. Çam ağacı Kibele'ye aitti. Karakavak ve söğüt özellik¬le kış dönümüyle bağlantılıydı, bu yüzden de Pluton ve Persofone’yle; ama akkavak, kendisini yeraltı dünyasından alıp getiren Herkül'ün ağacı olduğu iddiasmdaydı. Dut ve mandalina ağaçları için bir şey bulamadım...”(s. 116).
Kitapta folklorik anlamda sınırlı malzeme kullanılmıştır. Özellikle bölüm başlarında atasözlerinden örnekler veren Durrel, çeviri sorunlarından ya da kaynakların yanlışlığından gelen kim hatalara da düşmüş; Türkçenin çok eski dönemlerinde ve ırak coğrafyalarda kullandığı kimi atasözlerini Rum kaynaklı olarak göstermiştir.
Kitabın son bölümlerinden birinin başında ise Durrel, Xenophanes’in “Tanrı arı balını yaratmamış olsaydı insanlar incirlerin şimdikinden daha tatlı olduğunu sanacaklardı” (s. 270) sözünü alıntılayarak Kıbrıs’ın eski ve yeni süreçlerine gönderme yapmıştır.
Somut doğa betimlemeleri, antik söylencelerden insan faktörüne geçen Durrel, yine H.C. Luke’den Kıbrıslı Rumlar için genel olarak şu izlenimlerini aktarmaktadır: “Kıbrıs insanının özellikleri. Anadolu onlara uykuyu bulaştırmıştır. Kıta Yunanlarına göre daha yumuşak, daha az gürültücü ve çok daha dürüsttürler. Eskiler uykuculukları yüzünden "Kıbrıs öküzü" lafını türetmişler. Toplumsal davranış tarzlarının incelikli ve eski usul oldu¬ğunu görüyorum, acelesiz, zarif”. Samuel Brown 1879'da on¬larla ilgili olarak şunları yazmış: "Hıristiyan nüfus, dil ve din olarak Yunan olmasına karşın Yunan insanının zekâ, gi¬rişimcilik ve aceleciliğinden pek az şey almıştır, dış görünüş olarak da Yunan’a benzemezler, uyuşuk ve hırssız insanlardır” (s. 116-117).
Durrel, adanın siyasal geçmişini Dixon’dan aşağıdaki alıntıyla irdeledemeye başlar: "Osmanlı yönetiminde Kıbrıslılar açık bir oy çoğunluğuna sahipti. İngiliz yönetiminde Kıbrıslılar -Hıristiyanları da Müslümanları da sayarsak- yedide iki azınlık durumundalar... Osmanlı yönetiminde halkın temsilcileri oy çoğunluğuna sahipti. İngiliz yönetiminde halkın temsilcileri yönetimden tamamen dışlandı. İngiliz halkı kendilerini ilgilendiren konularda ne kadar söz sahibiyse, eskiden Kıbrıslılar da öyleydi. Şimdi Rusya'daki köle kalabalıkları kadar çaresizler...” (s.126). Osmanlı döneminin halkın oylarıyla katkıda ve yönlendirmelerde bulunduğu sistematiği, yüzyıllarca sürmüş barışın kaynağını da göstermektedir kanımızca. Rum kültürünün zayıflamış Hellenizmden ve Yakındoğu etkilerinden aktarılmış öğelerin toplamından başka bir şey olmadığını yazan Durrel, Türklerin onları yönetimde serbest bırakmaları ile değişkenlikler görülmesine karşın eskinin belli ölçülerde yaşatıldığını belirtmektedir. Venedik’in katı askerî diktatoryası altında inlemiş olan pek çok Kıbrıs köylüsünün Türkleri iyi karşıladığını anlatan (s.134) Durrel, Türk yönetiminde adada köleliğin kalktığını, halkın belli bir ölçüde yerel özerklikten yararlandığını yazar (s.134). Ancak 1670’lerden sonra adada Ortodoks kilisesi Başpiskoposunun iktidar ve otorite açısından güçlendirilmesi, dengeleri bozar; 1804’te Başpiskopas’a yönelik isyan bastırılır. Ancak hakça sayılabilecek düzenin sarsılmasıyla birlikte Enosis düşüncesi ve eylemleri de tohum vermeye başlar.
Atina Radyosu’nun sürekli olarak “Özgürlük ancak kanla kazanılır” çığlıkları ile Lefkoşa’da 13 Türk ve Ermeni’nin öldürülmesi olayların kanlı kavşağıdır. Başpiskoposluğu yakmaya giden bir grup Türk’e Sabri mani olur, sağduyuya daver eder. Ancak Durrel’in ifadesiyle “Türklerin ve Yunanların yüreklerinde gömülü olan ve her iki tarafın da öldüğünü düşündükleri o eski barbarca düşmanlık duygusu bir anda alevlenir” (s. 222). Durrel, siyasal gelişmeler ve İngiliz karşıtı olaylar karşısında oldukça yansız, zaman zaman İngiliz yönetimini de ısıran bir biçemle “insan”ın temel alındığı bir değerlendirmeyi sürdürmüştür.
Karanlık bir gecede yaşadığı izlenme olayından sonra Durrel, artık adadan ayrılma zamanının geldiğine karar verir. Bellapais’teki “Gotik sıradağlara” sırtını vermiş evinden Girne kıyılarını ve boz bulanık Torosları hüzünle izlerken, Kıbrıs yaşantısının çeşitli dönemlerini yansıtan objelerle doldurduğu sepetini komşularının çöpe atmalarını ister. Bu istem, sürecin silinme isteği midir, ya da kitapta bir kaç kez vurguladığı Kıbrıs aşkının kan ve kinle noktalanması mıdır, bilinmez... Veda günü “hiç kimse el sallamaz, gülümsemez” (s. 273). Tarihle günceli kafasında birleştirip Afrodit’ten Selim Paşa’ya; St Hillarion’dan Sabri Tahir’e kol atan girdaplarda yıllar tüketen adam, yalnız ve ihanete uğramış bir âşık gibi sevdalısı adasından sessizce ayrılmıştı.
* * *
Hint- Buda felsefesiyle ta çocuklukta karşılaşmış ve sonraki yıl spiritüalizmi içinde Batı fenniyle ussal sentezler yapma peşinde koşmuş olan Durrel, aslında sanatsal kurguyu hiç düşünmediği Acı Limonlar ile bir tür belgesel-anı çalışması üretmiş olsa da, onun “duygu-sezi” merkezli bakışını kitabın her bölümünde görmek mümkündür. Durrel, mekâna anlam katan geçmişin varsıllıklarını bolca bulduğu Kıbrıs’ta her tepenin, dağın, körfezin, tarihle yaşıt kentlerin inançlar, hırslar, aşklar, ihanetler, facialarla dolu soluğunu, sıradan bir harnup gölgesinde, “Gotik tepeler” diye adlandırdığı yamaçlarda duyumsar, duyumsatır. Tarihin tanıklığına başvurmaktan geri durmaz; mitik söylencelerin gizemini yansıtırken, bilim insanlarının verilerini de göz ardı etmez.
Durrel’in Evi, bugün de bir fenomen… Bin bir çiçek kokusunun biririne karıştığı ve kitap boyunca mazisiyle büyülü bir senfoninin mekânı olarak merkeze yerleşen Bellapais’in daracık sokaklarındaki ışıltılı, bol yıldızlı gecelerde belki hâlâ Durrel’in ayak sesleri yankılanıyordur duyabilenlere...
-------------------------------------------
KAYNAKÇA
Dixon, W. Hepsworth. British Cyprus. London, 1887.
Durrel, Lawrence. Kıbrıs’ın Acı Limonları. İstanbul: Can Yayınları. 2014.
Lillios, Anna. "Lawrence Durrell" by reproduced from Magill's Survey of World Literature. Volume 7, s. 2334-2342.
Lewis, Bay. A Lady’s Imression of Cyprus. London, 1893.
Luke, H.C. Cyprus under the Turks. London, 1921.