“Gönyeli’de, Paşa Dayı’nın otobüsü...”
KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Belgin Demirel
1963 öncesinde, ilkokula yeni başladığımda, Gönyeli henüz bir köydü ve okulda, “Gönyeli’nin nüfusu iki bine yakındır” diye okumuştuk.
Nüfusun çoğu çiftçilik ve çobancılıkla uğraşırken, çok iyi ve ünlü zanaatkârlarımız da vardı. Başşehir Lefkoşa’ya dört mil uzaklıkta idik, ama yolumuz hasta olursak düşerdi Lefkoşa’ya. Kışın daha sık giderdik, çünkü soğuk algınlıkları ve bulaşıcı hastalıklar kapımızı daha çok çalardı. Böyle durumlarda otobüs ve Kuruçeşme’deki hastane hayatımıza giriverirdi. Otobüsle yolculuk yaptığımız için, acımızı biraz unuturduk galiba.
Köyün üç otobüsü vardı, ama biz o yıllarda ‘Bas’ dedik İngilizce’nin etkisiyle. Mahallemiz bu konuda ayrıcalıklı idi, çünkü köyün en yeni otobüsü bizim mahallemizde oturan Paşa Dayı’nındı. Seferde olmadığı zamanlar, sarı-turuncu renkli otobüs, bir çıkmaz sokak olan bizim sokakta park ederdi. Mahallenin çocuklarının en büyük eğlencesi, akşam üzeri son seferini yapıp, mahalleye dönen Paşa Dayı’nın yolunu gözlemekti. Otobüsün arkasında bisikletleri asmak için beş adet büyük çengel vardı. İşte mahalleye dönen Paşa Dayı’ya fark ettirmeden bu çengellere asılır, park edeceği yere böyle asılı bir şekilde gitmeye çalışırdık. İyi bir şoför olan Paşa Dayı, bizi fark edince önce kızmış, sonra da, “Ben mahalleye döndüğümde, isterseniz sizi basa alayım, öyle asılmayın, düşeceksiniz,” demişti. Kuşkusuz aynı heyecan değildi basın içinde seyahat etmek, ama seçeneklerimiz çoğalmıştı.
Ortaokul ve liseyi dört kızkardeş, Lefkoşa Türk Kız Lisesi’nde okuduğumuz için, bas bir dönem hayatımızın vazgeçilmezi oldu.
Paşa Dayı’nın otobüsü her zaman pırıl pırıl ve tertemiz idi. İnanılmaz bir titizliği vardı otobüsüne karşı. Bir başka farklılık ise, diğer şoförler otobüslerinde yardımcı bulundurmazken, Paşa Dayı’nın eşi Nezaket Abla ile çalışıyor olması idi. Nezaket Abla, yolcuların paralarını toplardı, ayrıca kızları kızların yanına, erkekleri otobüsün arka sıralarına ve kızlardan uzak oturtmaya özen gösterirdi. Elinde bir metal çikolata kutusu vardı ve aldığı paraları onun içine atardı. Uzakta olsa bile, kutuya attığı paranın bir şilin mi, çifte veya yarım şilin mi olduğunu anlardım para kutuya düştüğünde. Müşterilerini iyi tanırdı Nezaket Abla ve müşteri nerede ineceğini söylemeden (otobüs duraklarının ve kurallarının olmadığı yıllardı) O, Paşa Dayı’ya, “Dur Paşa!” diye seslenirdi. Nezaket Abla’nın burun yapısından dolayı mıydı bilmiyorum, sesi genizden gelirdi. O “Dur” dediğinde, ben “Nur” dermiş gibi işitirdim hep.
Tam bir şeherli idi Nezaket Ablamız, çok pahalı ve şık giyinirdi. Arasta’da kimin hangi kumaşı kaça sattığını, hangi kunduraların hangi vitrinde kaç paraya olduğunu ezbere bilirdik o günlerde. Herkes imrenerek bakardı Nezaket Abla’nın giydiklerine. Bir de yıkayıp sokaktaki tellere astığı çamaşırlara imrenirdi mahallenin kadınları. Hem güzel kokarlar hem de pırıl pırıl parlarlardı. Çamaşırdan sonra Paşa Dayı, bizim evin önündeki garajda tuttuğu arabasını çıkarır, birlikte gezmeye giderlerdi.
Nezaket Abla ile benim ortak bir yanım da vardı. Paşa Dayı, ilk evliliğini sonlandırıp, Nezaket Abla’yı eş olarak köye getirdiğinde annem bana hamile imiş. Aklımın kestiği dönemlerde Nezaket Abla bana hep, “Kaç yaşında olduk be Belgin?” diye sorardı. 36 yaşında imiş köye geldiğinde. Birden bire ben 36 yaş üzerine mi koyardım, yoksa o benim yaşıma mı iniverirdi diye düşünürdüm. Evlenip, o mahaleden ayrıldım, daha sonra ailem de başka bir ev yapıp ayrıldı. Fakat ne zaman ve nerede karşılaşsak, Nezaket Abla bana hep bu soruyu sorarak muhabbete başlardı, “Kaç yaşında olduk be Belgin?”
Paşa Dayı, Gönyeli’ye ilk otomobili getiren kişi imiş. Babam, “1930’larda Gönyeli’de otomobil yoktu. İlk otomobili köye Paşa getirmişti ve Austin Vauxall marka bir araba idi,” diye anlatmıştı bir sohbetimizde. Paşa Dayı, sadece bununla bilinmiyor tabii ki. Henüz düzenli uçak seferlerinin başlamadığı dönemde İngiltere’ye gitmek için vapura binmiş. Yanında 40 çift ayakkabı da götürmüş. Vapurda ayakkabıları boyacıya verince, onu, aynı vapurda seyahat etmekte olan vali sanmışlar. Rakam gerçekten bu kadar yüksek miydi, yoksa anlatanlar da mı eklemişti bilmiyorum. Sanıyorum ‘Paşa’ lakabı ona bu olaydan sonra takılmıştı. Gerçek ismini ölene kadar bilmeyen çok insan vardı Gönyeli’de.
Paşa Dayı’nın ölümünü hatırlamıyorum; ayrı mahallelerde idik, iki çocukla, inişli çıkışlı bir hayatla başetmeye çalışıyordum. Fakat Nezaket Abla üç yıl önce vefat ettiğinde camiye cenaze törenine gittim. Amerika’da yaşayan ve o güne kadar hiç görmediğim oğlu ile üç-beş tanıdık vardı. Çok sade bir törendi. Tabuta yaklaştım, o bana “Kaç yaşında olduk be Belgin?” diye soramazdı artık, ama ben “Altmış üç yaşındayız Nezaket Abla” diye fısıldadım.
“Kıbrıs’ta yakın tarihin en büyük depremi 1953’te Baf’ta meydana gelmişti...”
“Sarsıntıların ardından...”
Şifa Alçıcıoğlu
Akdeniz’in ortasında küçük bir ada olan Kıbrıs, bundan milyonlarca yıl önce okyanus tabanında meydana gelen çarpışmalar ve depremlerle şekillenmeye başladı. Böylece kuzeyde Beşparmak Dağları, güneyde ise eskilerin “karlı dağ” dediği Trodos Dağları okyanus tabanından gün yüzüne çıktı. İki dağın arasındaysa sığ bir deniz olduğu rivayet edilir. Dağlar bu denizi toprakla doldurunca, çok büyük bir ova oluştu. “İki tepe arasındaki düzlük” dendi bu ovaya yani Mesarya… Çakıllı Dere aktı içinden nazlıca ve Kanlıdere denize giden yolculuğunda yatak yaptı Mesarya’yı kendine. Ardından insanlar keşfetti bu güzel adayı… Medeniyetler, kasabalar, köyler kurdular. Ama deprem denen sarsıntılar canlıydı hâlâ, kıprandıkça yer küre, ne yerdeki ne de yaşamın içindeki sallantılar eksik olmadı bu adanın üstünden…
***
En verimli bilgilere 1896 yılından sonra ulaşılsa da adanın oluştuğu zamandan bu yana depremlerle dolu bir geçmişi olduğunu görüyoruz. Arkeolojik bulgularla da desteklenen büyük çaptaki depremlerinin MÖ 26 ile MS 1900 arasında meydana geldiği düşünülmektedir. Lefkoşamızın temellerinin atıldığı Ledra kenti; MÖ 1050’de bir şehir krallığı iken, depremlerin de etkisiyle MÖ 330’da küçük bir köy kalmıştır. Birinci yüzyıl olarak tanımlayacağımız zaman diliminde çok şiddetli depremler meydana geldiği bulgusu edinilmiştir. Hatta Baf kentinin yok olduğu, Larnaka (Kition) ve Limasol’un da aynı kaderi paylaştığı, Antik Salamis kentinin de MS 332 ve 342 yılları arasında Akdeniz havzasında meydana gelen depremlerle büyük tahribata uğradığı bilinmektedir. Araştırmalara göre, Kıbrıs’ın Baf’tan Mağusa’ya kadar uzanan kıyı şeridi, depremlere en yatkın bölgedir.
Yakın geçmişimizde meydana gelen en büyük deprem ise 1953 yılının 10 Eylül’ünde gerçekleşen “Baf Depremi”dir. Sabah 6 sularında gerçekleşen bu olay, yaşayanların hala korkuyla bahsettiği bir afettir. Etkisi tüm adada hissedilse de en büyük hasar Baf bölgesinde yaşandı. 6.1 büyüklüğünde gerçekleşen deprem, artçı sarsıntılarla günlerce devam etmiştir. Bilanço ağırdır… Geride 63 ölü, 200 yaralı, 4000 evsiz, neredeyse yok olan köyler bırakarak yıkıp geçmiştir…
Toplam 158 köyde çok sayıda ev yıkıldı. Bölgeye ilk yapılan yardımlar, dönemin İngiliz hükümetinin denizcileri tarafından sağlanır. Evsiz kalan depremzedelerin, gıda ve barınma gibi ihtiyaçları karşılansa da yetersiz kalan çadırlar nedeniyle insanların büyük bir kısmı ağaç altlarında dışarıda uyumak zorunda kalır. Depremden sağ çıkanların bir kısmı üzüm bağlarında çalışmaya giden köylülerdi. Kerpiçten yapılan evlerin depreme dayanamadığı Stroumbi köyü ise hem maddi olarak, hem can kaybı olarak en büyük yıkımı yaşayan bölge olmuş. Geriye yıkıntılar arasında tarihi bir acı kalmış…
Geçtiğimiz gün, (11 Ocak’ta) saat 03.07’de Baf merkezinde meydana gelen yer sarsıntısı ise depremlerin hala aktif olduğunun kanıtıdır. Uykunun en tatlı yerindeyken birçoğumuzu yatağımızdan kaldıran bu olayda can ve mal kaybı yaşanmaması sevindirici bir durum olmasına rağmen yaşanan panik ve korku akıllara “Acaba olası bir depreme ne denli hazırlıklıyız?” sorusunu düşürdü.
***
Birkaç hafta önce yağan yağmurlardan dolayı kapanan yollar, su baskınına uğrayan hastane, evlerinde mahsur kalan insanların dramı gözümüzün önünden silinmemişken, devletin doğal afetlere karşı aldığı tedbirlerin yok denecek kadar az olduğu gün gibi ortadadır. Çarpık yapılaşma, dere yataklarının doldurulması, devlet mekanizmalarının hantallığı ve sermayeyi kayıran tavrı, olası felaketlerde yaşanılacak tablonun pek de iyimser olmadığını gösterir durumdadır. Doğru zemine inşa edilmeyen yapılar, depreme dayanıklılığı denetlenmeyen binalar risk faktörü olarak karşımızdadır. Devlet tarafından gerekli tedbirler alınmalı, binaların özellikle kamusal alanlardaki okul gibi kalabalık yerlerin denetimleri her sene yapılmalıdır. Deprem anında yapılması gerekenler, okullarda ders olarak işlenmeli, uygulamalı bir şekilde öğretilmelidir. Hatta ekoloji ayrı bir ders olarak müfredata alınmalıdır.
Adamızda gerçekleşen depremlerin bir diğer tehlikesi ise etkisinin tüm Akdeniz’de hissedilmesidir. Türkiye Mersin’de inşaası devam eden Akkuyu Nükleer Santrali de Kıbrıs için büyük bir tehdit durumundadır.
Depremler sayesinde var olan bu güzel adada, yaşanan ne ilk ne de son sarsıntıdır. Doğal afet olarak kabul edilen bu olayda, doğa düşmanı insanların yaşattığı depremin de payı vardır. Olası bir afette büyük bir deprem etkisi yaşamamak için titreyip kendimize gelmenin zamanı sizce de gelmedi mi?
Kaynaklar:
http://www.cyprusgeology.org/english/5_3_seismicity.htm
https://www.kiprinform.com/en/cyprus_interesting/earthquakes-in-cyprus/
https://www.britishpathe.com/video/cyprus-quake-kills-40/query/cyprus (1953 yılında meydana gelen deprem haberinin videosu)
https://gazeddakibris.com/kibris-tarihinin-en-kotu-depremi-10-eylul-1953/
(BARAKA – Şifa ALÇICIOĞLU – 14.1.2022)