“Gönyeli’nin belleği: Ahmet Demirel, Gönyeli’deki düğünleri anlatıyor...”
Belgin DEMİREL
(Değerli arkadaşımız Belgin Demirel, “Gönyeli’nin belleği”ni oluşturan sevgili babacığı Ahmet Demirel’in hatıralarını kaleme almaya ve bunları sosyal medyada paylaşmaya devam ediyor... Biz de Belgin Demirel’in bu değerli yazısını sayfamıza aldık, teşekkürlerimizle... S.U.)
Aslan Babacığım Ahmet Demirel Gönyeli’deki düğünleri anlatıyor.
“2 Ağustos 1952’de evlendik. Cumartesi idi. Ondan önce nikah olmuştuk. İki sene önce Hoca gelmişti Şeher’den, oturduk eşimle beraber, Hoca dua etti ve nikahı kıydı. Resmi nikah değildi o zaman, imam nikahı idi. Düğüne gelince, o zamanın adetine göre bir erkek düğünü vardı bir de kadın düğünü. Kadın düğünü kız evinde, erkek düğünü de kahvede yapılırdı. Kahvedeki erkek düğününde davul-zurna çalardı, kadın düğününde de ince çalgı vardı; Mehmedaliler ve genelev emeklisi kadınlardı onlar ve def, deplek ile keman çalarlardı. Cumartesi gün için, yani düğün için iki saygın kişi ‘Konyak parası’ diyerek, birkaç gün önce kahvelerdeki kişilerden para toplardı. O para ile düğünde tüketilecek meze alınır, konyak alınırdı. Damat ve para toplayıcı kişilere bağlıydı toplanacak paranın miktarı. O kişiler ne kadar fazla sevilirse, o kadar fazla para toplanırdı. Nitekim, bizim düğünümüzde toplanan paradan konyak ve meze alındığı halde, para arttı ve bana 10 Lira verildi. Çok güzel bir paraydı bu, o zamanki bir memurun yarım aylığı gibi bir paraydı. Düğün gecesi için işte böyle bir hazırlık yapılırdı.”
DÜĞÜN YEMEĞİ...
“Düğün gecesi yenecek yemeği de erkek tarafı pişirirdi. Dr. Mustafa Arabacıoğl’nun anne tarafından dedesi Golyalı Mustafa Dayı, her düğüne bir oğlak verirdi düğünde yenilip, içilmesi için. Cuma akşamı olurdu bu yeme içme işi ve sabaha kadar sürerdi. Kahvede yenilip, içilirdi; sadece erkeklere hastı. Gece yarısından önce davul zurna ile kız evine gidilir ve oradan damada yakmak için kına alınırdı. Kahvedeki yeme-içme esnasına damada kına yakılırdı.
Kınayı almak için kız evine gidilirken, daha önceleri erkekler de eşlik ederdi davulculara ve kız evinin önünde müzik eşliğinde oynanırdı, fakat benim düğünümde erkeklerin çalgıcılara eşlik etmesi kaldırılmıştı, çünkü kaç-göç dönemi devam etmekteydi ve kadın erkek bir araya geliyordu kına alma esnasında. Herkes nikahlısını veya sevgilisini görmeye çalışırdı. Kaç-göçün devam ettiği bu dönemde büyüklerin aklınca böyle bir tedbir alınmıştı ve yalnız çalgıcılar gitmişti kız evine.”
ÇALGICILARA YİYECEK VE PARA...
“Düğünler genellikle hafta sonu olurdu, ama Galâm ile Zarif Hanım’ın, Yalçıcı Adem ile Şükran Hanım’ın düğünleri Perşembe gün olmuştu. İki gün sonra hafta sonunda da bizim düğünümüz gerçekleşti. Bütün düğünlerde aynı adetler vardı. Örneğin çalgıcılar ile sabaha kadar kahvede yeyip içenler, ‘sarhoşlar’ denirdi onlara, ertesi sabah belli başlı kişilerin evinin önünde dururlar ve oynarlardı, sırf çalgıcılar para toplasın diye. Evinin önünde oynanan kişiler, çalgıcılara yiyecek ve para verirdi.”
CEHİZE FİYAT BİÇİLİRDİ...
“Kız evinde de cehizler yazılırdı, herkes gidip bakardı kız evine neler götürüyor diye. Cehize fiyat da biçilirdi orada. Örneğin bir malzeme üç lira ise cehiz defterine beş lira yazılırdı. Şayet ayrılırlarsa kadını korumayı amaçlardı bu kural. Tahtadan üretilen cehizin fiyatını o zaman dülgerlik yapan Rende ve Japon’a sorarlardı . Bakır kazan ve tencerelerin fiyatlarını ise öğretmen Ali Nihat Bey’in babası olan Hacı Ali Dayı’nın Ömer’i belirlerdi. Çünkü bu tür mutfak gereçlerini Lefkoşa’dan alıp, getiren o idi. Altın vesaire olursaydı, onu da sırf Evliya’yı incitsinler diye fiyatı ona sorarlardı. “Nerdesin be Evliya? Bunun fiyatı ne?” diye takılırlardı ona.”
YASTIK KOŞUSU...
“Cehiz taşındıktan sonra, üzerinde nakış olan küçük bir yastık için köyün gençleri 200-300 metre koşarlardı. Benim düğünümde, daha sonra Emniyet Genel Müdürü olan, Ahmet Rifat’ın oğlu Ali almıştı. Koşan ve yastığı kazanan kişiye erkek tarafı bir bedel öderdi. Aşağı yukarı bir günlük kadar para ödenirdi. Yastığı ise isterlerse alırlar, ya da hatıra olarak koşucuya bırakırlardı. Nitekim biz bırakmıştık kendisine bir hatıra olsun diye.
Cehizin yeni evlilerin evine taşınmasına erkekler yardım ederdi; cehiz sırtlarda taşınırdı. Köy küçüktü zaten. Cahit’in ve Damdelen Hasan’ın eşleri Çiftlik’ten (Kanlıköy) gelmişti. Onların cehizi develerle taşınmıştı, ama gelinler otomobille gelmişti. Yakınları da at arabaları ile gelirdi. Onda da bir sıra vardı. En yakınlar en önde yer alırdı at arabası ile.”
“GELİN DE GÜZEL, DAMAT DA GÜZEL...”
“Gerdek gecesi belli bir saatte damat, hısım akrabası ile camiye giderdi, biz de gitmiştik. Cami çıkışında, bir kafileye rastladık. O zamanlar Girne yolu Gönyeli’nin içinden geçmekte idi ve cami de bu yolun üzerinde idi. Söz konusu kafile, Türkiye’den gelen bir öğretmen kafilesi idi ve eşleri beraberdi. Biz camiden çıkarken, olağandışı bişey olduğunu anlayıp, sormuşlar. Bir düğün olduğunu öğrenince eşlik etmek istemişler. O zamanlarda Türkiye’den kim gelirse gelsin, çok önemli idi bizim için ve çok hürmet edilirdi. On kişi kadar vardılar. O zamanlar henüz elektrik olmadığından eve mumlarla gidiyorduk. Onlara da verdik birer mum. Dediler, “Damadı gördük, gelini de görebilir miyiz?” O zaman bizim söz kesicimiz Destaban Eniştem idi, “Yalnız kadınlar gidebilir,” dedi. Evimiz camiye çok yakındı. Yalnız kadınlar eve gidip, gelin eşimi görüp, geldiler. “Gelin de güzel, damat da güzel,” dediler.
O güne kadar güveyi gerdeğe gireceğinde, hoca ev kapısında dua ettikten sonra orda olan büyüklerinin elini öper de girerdi. Yanlarındaki damadın bekar arkadaşları, damat eve girerken güveyiyi yumruklarlardı. “Bizden defol, sen da bizden kaçtın,” diye yumruk atarlardı. Ancak öğretmen kafilesi orada olduğu için arkadaşlarım bana vurmaya çekindiler. Ben de gayet rahat rahat büyüklerimin ellerini öperek girdim eve. Ondan sonra kahveye giderlerken, arkadaşlarım kendi aralarında bu konuyu konuşurken, öğretmenler merak edip konuyu sormuşlar. Arkadaşlarım yumruklama geleneğini anlatınca, öğretmenler, “Bizde de var bu gelenek,” demişler. “Hatta bir keresinde damada o kadar çok dayak attılar ki, damat o gece görevini yerine getiremedi,” demişler...”
“YENGE” YANİ KÜÇÜK EMETE...
“O dönemlerde bir de “Yenge” vardı ve her düğünde hep aynı kişi olurdu yenge denen kadın. Küçük Emete idi bu kadın. Gerdek gecesinin ertesi günü, gelinin bakire olup olmadığını ispat için yatak çarşafını erkek tarafına götürürdü yenge.
Lefkoşa’da düğünler nasıldı, hiçbir fikrim yok, ama birkaç köyde düğünlere katıldım, gelenekler bizimkiyle aynıydı.”
Büyüyen aile...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA DÜNYADA NELER YAŞANIYOR?
“Peru’da eski bakana gazeteciyi öldürmekten 12 yıl hapis cezası...”
Peru mahkemesi 13 Nisan Perşembe günü emekli general, eski içişleri bakanı, kongre üyesi ve başkent Lima'nın başkan adayı Daniel Urresti'yi 1988’de gazeteci Hugo Bustíos'un öldürülmesindeki rolü nedeniyle 12 yıl hapis cezasına mahkum etti.
66 yaşındaki Urresti, Bustíos'un öldürüldüğü ve muhabir Eduardo Rojas'ın yaralandığı pusuda yer almaktan suçlu bulundu.
İki gazeteci de öldürüldüğünde hükümet birlikleri ile Shining Path (Aydınlık Yol) adıyla bilinen gerilla örgütü arasındaki çatışmayı takip ediyordu.
Kararın okunmasının ardından Urresti, başkent Lima'daki mahkeme salonundan kelepçeli olarak çıkarıldı.
ÖNEMLİ BİR ADIM...
Gazetecileri Koruma Komitesi’nin (CPJ) New York'taki program direktörü Carlos Martínez de la Serna, "Daniel Urresti'nin gazeteci Hugo Bustíos'u öldürmekten hüküm giymesi, Peru'da basına karşı işlenen suçların cezasız kalmasına son verme yolunda önemli bir adım ve adalet arayan aileler için uzun ve acılı bir yolun güçlü bir hatırlatıcısıdır" dedi. Serna "Hugo Bustíos'un ailesi ve meslektaşları yaklaşık 35 yıl sonra da olsa nihayet bir nebze olsun rahatladılar." diye konuştu.
BAKANLIKTAN CEZAEVİNE...
38 yaşındaki Bustíos, Peru'nun en etkili haber dergisi Caretas'ın muhabiri ve savaşın harap ettiği And Dağları kasabası Huanta'daki Ulusal Gazeteciler Birliği'nin başkanıydı. Sık sık hem ordu hem de gerillalar tarafından işlenen insan hakları ihlalleri hakkında yazıyordu.
Bustíos, 24 Kasım 1988'de Urresti'nin ordu istihbarat subayı olarak görev yaptığı Huanta'nın eteklerinde pusuya düşürülerek öldürüldü. Saldırıdan ilk başta Shining Path isyancıları sorumlu tutuldu ancak kısa süre sonra Bustíos ve Rojas'ın bir ordu devriyesi tarafından kasıtlı olarak hedef alındığı iddiaları ortaya çıktı.
YILLARCA SÜREN DAVA...
Dava yıllarca askeri ve sivil mahkemeler arasında gidip geldi. 2007’de Huanta askeri üssünün komutanı ve bir başka subay Bustíos'u öldürmekten suçlu bulundu. Suçlu bulunan subaylardan biri 2011’de Urresti'yi resmen cinayetle suçladı. 2015’te de bir mahkeme Urresti'yi akladı, ancak Peru'nun yüksek mahkemesi 2019'da bu kararı bozdu ve yeniden yargılama yapılmasına hükmetti.
Cinayetle bağlantısına rağmen Urresti 2014-2015 yılları arasında Peru İçişleri Bakanı olarak görev yaptı, iki kez devlet başkanlığına adaylığını koydu ve geçen yıl neredeyse Lima belediye başkanı seçiliyordu.
TÜRKİYE’DE ÖLDÜRÜLEN GAZETECİLER VE CEZASIZLIK...
Türkiye tarihinde ilk gazeteci suikastı yaşandığında tarihler 6 Nisan 1909’u gösteriyordu. Serbesti Gazetesi’nin başyazarı Hasan Fehmi Türkiye’de öldürülen ilk gazeteci oldu. Ancak Hasan Fehmi’nin ölümü Türkiye’de son gazeteci cinayeti olmadı.
Bugüne kadar her siyasi görüşten Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Musa Anter, Uğur Mumcu, Metin Göktepe, Ahmet Taner Kışlalı ve Hrant Dink gibi onlarca gazeteci, mesleği nedeniyle öldürüldü.
Öldürülen gazeteci sayısı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'ne (TGC) göre 66, Çağdaş Gazeteciler Derneği'ne (ÇGD) göre ise 78. En kanlı yıllar ise 90'lar. ÇGD'nin verilerine göre 1992'de 14, 1993'te 9, 1994'te 6, 1995'te ise 4 gazeteci öldürüldü. Birçoğu faili mechul kaldı.
1915'te ise Ermeni gazetecilere yönelik saldırılar vardı. Gazeteci Bülent Tellan'ın "Kanla Sansür" başlığını taşıyan dosyasına göre 1915'te 22 Ermeni gazeteci öldürüldü.
(bianet.org – 16.4.2023)
KIBRIS’TA DA AYNI HİKAYE...
Kıbrıs’ta da öldürülen gazetecilerin katilleri hiçbir zaman yakalanmadı ve cezalandırılmadı... 1958 yılında Mayıs ayında EMEKÇİ gazetesi yöneticilerinden Fazıl Önder öldürüldü, cenazesinin ailesi tarafından kaldırılmasına izin verilmedi. Cenazesi “Teşkilat” tarafından taşlattırıldı... Cenazesine bir tek kardeşinin katılmasına Dr. Fazıl Küçük tarafından “izin” verildi – o da korkusundan mezarın yerini kimseye göstermedi. O da vefat edince, Fazıl Önder’in mezarının tam olarak hangisi olduğu belirlenemedi. Ailesine yardım ettik ve Kayıplar Komitesi’ne başvuruda bulundular, mezarının tam olarak hangisinin olduğunun belirlenmesi için ancak bu konuda Kayıplar Komitesi herhangi bir çalışma yapmadı. Fazıl Önder’i öldürenler de hiçbir zaman yakalanmadı, cezalandırılmadı...
... Tüm bunları “Milliyetçiliğin öksüz bıraktıkları” başlıklı yazı dizimizde Fazıl Önder’in kızı ile yapmış olduğumuz röportajda aktarmıştık bu sayfalarda, seneler önce...
1962 yılında öldürülen CUMHURİYET gazetesi sahipleri Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan’ın akrabaları da “teşkilat” tarafından terörize edildi ve hayatlarını korku içerisinde sürdürdüler... Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan’ı öldüren katiller de serbestçe dolaşmaya devam ettiler, hiçbir zaman yakalanıp yargı önüne çıkarılmadılar, herhangi bir cezaya çarptırılmadılar. Ayhan Hikmet’in eşi Sabiha Hanım, can güvenliğini sağlamak maksadıyla Kıbrıs’ın güneyine geçerek orada yaşamaya başladı iki evladıyla... “Teşkilat” onu orada da taciz etmeye çalıştı ve peşinde olmayı sürdürdü, kadının hayatını tam bir cehenneme çevirdiler... Ayhan Hikmet’e ait mallar ise çarçur edilerek alakasız insanlara “satıldı” – barikatlar açıldıktan sonra kızı Hıfziye Hikmet evlerini ziyaret ettiği zaman gördükleri karşısında şoke oldu – eşi hapiste olan Türkiye’den bir şahıs evde ikamet etmekteydi ve kendisinin bu evi satın almış olduğunu söylemekteydi Ayhan Hikmet’in kızına...
Aynı şeyler gazetemiz YENİDÜZEN yazarlarından Kutlu Adalı’nın 1996’da evinin önünde öldürülmesi ardından da yaşandı... Kutlu Adalı’yı öldüren katiller serbestçe dolaşırken, hiçbir zaman yakalanıp yargı önüne çıkarılmadı... Meclis’te iki kez Kutlu Adalı Cinayeti hakkında özel komite kurulmasına karşın, komite yaptığı çalışmalara karşın herhangi somut bir adım atamadı. Kutlu Adalı öldürüldükten sonra eşi İlkay Adalı sürekli taciz edildi ve çeşitli baskılara maruz bırakıldı... Bunun nedeni, İlkay Adalı’nın Kutlu Adalı cinayetini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıması ve Türkiye’ye karşı açtığı davayı kazanmasıydı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı ardından Kıbrıs’ın kuzeyindeki yetkililer, cinayetin aydınlatılması için herhangi bir girişim yapmadılar, dosyayı kapatıp “faili meçhul” hanesine yazdılar... (YENİDÜZEN).