1. YAZARLAR

  2. Serhat İncirli

  3. Güle güle Sıtkı Hoca!
Serhat İncirli

Serhat İncirli

Güle güle Sıtkı Hoca!

A+A-

Allah herkese uzun ve sağlıklı ömür versin…

Dünya’nın en güzel duası mıdır bu?

Elbette…

-*-*-

Çok sağlıklıysa bir insan, hayatı iyi yaşar…

Kısa zamanda da çok sağlıklı ölmüşse; bence yine iyi bir şeydir…

-*-*-

Ama bir insanın sağlıksız olması, çok ciddi sağlık sorunları ile boğuşarak “yaşarmış” gibi kalması doğrusu çok da iyi bir şeymiş gibi gelmez bana…

Bu yüzden “ötenazi”nin sonuna kadar yanındayım!

-*-*-

İnanırsınız – inanmazsınız; insana ömür biçen bir güç, bir zaman ayarlayıcı kesinlikle vardır…

Sağlıklı ya da sağlıksız; o ilahi güç ki bizim dinimizde adı Allah’tır; kararını verdiği zaman, alır ve götürür…

-*-*-

Nereye götürür?

Şiirdeki gibi, “meçhule…”

-*-*-

Babam 84 yaşını neredeyse tam bir ay geçti ve meçhule giden bileti “ok”lendi.

Pazar nefes sıkıntısı nedeniyle acile kaldırıldı… Devletin hastanesinin yoğun bakımında yer yoktu, sistem çökmüştü derken, Gönyeli’deki Kolan Hastanesi’ne yatırıldı…

-*-*-

Pazartesi sabah 05.30 gibi, babamın ve annemin eli ayağı olan ablamdan bir mesaj geldi… “Sero babam öldü…”

-*-*-

Ablam beni neden aramadı da mesaj attı?

Bunu annemizden – babamızdan öğrendik; kardeş de olsa rahatsız etmemek için…

“Uyuyor olabilirdin, uyandırmayayım”…

-*-*-

Neyse; ablam, “öldüğü gün toprağa verelim” dedi…

Nerede?

Doğduğu köyde mi yoksa neredeyse son 40 yıldan beri ama toplamda 50 yıldan fazla yaşam sürdüğü Lefkoşa’da mı?

-*-*-

Babam bir çoğunuzun hatta KKTC nüfusunun belki de tamamına yakınının bilmediği Kurutepe’de, ya da orijinal adıyla Xerovouno’da doğdu…

Akabinde Yeşilırmak veya yine orijinal adıyla Limnidi’de büyüdü ama hayatının en uzun dönemini, ortaokul, lise ve Öğretmen Koleji de dahil, Lefkoşa’da geçirdi…

-*-*-

Doğduğu köyü askeri bölgede… Ara bölge değil! Askeri bölge!

Dillirga köylerinden…

Bu arada belirtmek lazım, babam, gerçekten Dilliro olmakla övünürdü…

Dilliro Sıtkı denmesinden garip bir keyif alırdı…

Ki olması gereken de buydu!

-*-*-

Neyse, 1974’ten beri doğduğu köyü hiç görmediği gibi; doğduktan sonra taşındığı köyde de Öğretmen Koleji mezuniyeti sonrası çok az yaşadı!

-*-*-

“Lefkoşa” dedik…

Lefkoşa Belediyesi, başkanı ve cenaze işleri çalışanları ile konuştuk…

“Tamamdır”…

Allah onlardan bin kere razı olsun…

-*-*-

Hastaneden kağıtları ablam aldı; akabinde o kağıtlarla birlikte hastaneye gittim, belediyenin aracı ve iki görevli geldi…

Hastane morgunda, gri renkli metal büyük bir buzdolabından, beyaz bir beze – ki adı sanırım kefendir – sarılı olarak babamı çıkardılar…

-*-*-

İki hemşireden kadın olanı babamın yüzünü açtı; “babanız mı?” diye sordu!

-*-*-

84 yıllık bir yaşam, 57 yıllık babam, ilkokul öğretmenim, en önemli hayat felsefesi olan “kimseye rahatsızlık vermeme” pozisyonunu ebediyen takınmış vaziyette karşımdaydı…

-*-*-

Sosyal medyada paylaşımlar yaptık…

Okuyan, duyan, işiten aradı, yazdı, ikindi namazında cenazeye geldi…

-*-*-

Aman Allah’ım!

Olamaz böyle bir mesaj ve telefon trafiği!

-*-*-

Avustralya’dan bir ağabeyim mesaj attı…

“Serhat cenazeye gelemiyorum, çok üzgünüm” dedi…

Neden binlerce mesaj içinden bu ağabeyden bahsettim, anlatayım!

-*-*-

Babamın en uzun süre öğretmenlik yaptığı köy Gaziveren’dir!

Ben de orada doğdum!

-*-*-

Bir ara Hüseyin Özgürgün’ün başbakanlığı döneminde gençlere kırsal kesim arsaları dağıtılıyor…

Hem de nerede?

Şu anda ülkede en pahalı arazilerin satıldığı yerde!

Gaziveren deniz sahili tarafları!

-*-*-

Şu anda Avustralya’da akrabalarını görmeye giden – mesajı atan ağabeyim, o dönemde yetkili makamda…

Beni aradı!

“Serhat, sen da Gaziverenlisin, başvur bir arsa verelim, köyüne yerleş…” dedi…

-*-*-

Bilenler bilir, iki av tüfeğim dışında bir malım ya da mülküm yok…

Gittim babama söyledim, “bana Gaziveren’de bir arsa verecekler” dedim; “öyle bir baktı ki suratıma, tükürmedi ama çok daha beter bir bakıştı… Keşke tükürseydi…

“Sıçarım ağzına senin” dedi!

-*-*-

41 yaşındayken öğretmenlikten emekli olmuştu…

Mücahitlikle birlikte çalışma süresi 30 yılı aşıyordu…

Ardından kamyon şoförlüğü de yaptı, 25 yıl kadar da kumarhanede çalıştı…

-*-*-

Haaaa kağıt oyunları oynamak, elbette kumar oynamak en birinci keyfiydi ama benim oynadığımı duyarsa, vallahi aramızdaki en az 70 kiloluk ve 20 santimlik kilo ve boy farkına bakmaksızın döverdi!

Hayatımda hiç kumar oynamadım…

Ablam da oynamadı…

-*-*-

Ben ve ablam hiç sigara da içmedik…

 “Bundan daha kötüsü yoktur, sakın, tecrübe konuşuyor, içmeyin” derdi…

-*-*-

Babam bu sene başında, “bir kutlama yapacayık” dedi…

“Hayırdır?” dedim…

“Sigarada 70’inci yılım” diye ekledi…

Şimdi bunu sigara propagandası olarak almayın sakın…

Sakın ha!

Çünkü gerçekten içilmemesi, başlanmaması, başlanırsa vazgeçilmesinin çok zor bir şey olduğunu hep anlattı…

-*-*-

2000 yılında büyük bir motosiklet kazası geçirmişti…

Motosiklet tutkunuydu…

Kafatası parçalandı!

İlk müdahaleyi yapan o dönemde, oğlu gibi sevdiği patronunun doktor olan ağabeyiydi ve belki de 24 yıl önce o kazada ölecekken, müthiş bir geri dönüş yaptı…

54 gün komada yattı…

Doktorlar, yaşam destek ünitesini kapatıp, ne yapacaklarına karar verecekti ki tek çalışan sağ kolunu havaya kaldırdı, işaret parmağı ile orta parmağını dudaklarına götürüp sigara istedi!

Doktorlar, “bu adam yaşar” dedi, yaşattılar!

-*-*-

Ama o günden sonra eskisi gibi değildi…

Bir şempanze gibi ağaçlara tırmanan, yerinde hiç duramayan, motosiklet tutkunu, oyun masası dışında gittiği bir yerde 10 dakikadan fazla kalamayan biriydi…

Kızım, ölüm haberini verdiğimde, “… dede ilk kez bir yerde baştan sona kalmak zorunda, çok sıkılacak” diye espri yaptı…

-*-*-

Ayağı tam değildi; göz yaşı yoktu, koku ve tat alamıyordu ve bir kulak çok az işitiyordu…

Ama dediğim gibi o müthiş kazadan sonra neredeyse çeyrek yüzyıl daha yaşadı…

-*-*-

Son yıllarda her şeyiyle hep ablam ilgilendi…

Ben “n’apan baba?”nın ötesine geçemedim…

Hafiften demans belirtileri oldu, şakaya vurduk…

Ortaköy’deki evden arabasıyla çıkıp, taaa Yenicami Kulübü’ne kadar birinci viteste gitmeye başladı!

Arabayı defalarca yaktı, güldük!

Doktorlar, “film bitti” mesajını vermişti aslında…

-*-*-

Son aylar durum daha da kötüleşti…

Özellikle gece yarısı pusulanın tam kaçtığı anlar oluyordu…

O adam, o adam değildi!

Ablamın denemediği hiçbir şey kalmadı…

Özel bakımevi – ki bu ülkedeki en büyük eksiklik olduğunu defalarca yazdım; denendi!

Ve doktorların dediği oldu; filim sonunda 23 Aralık 2024’te, Kolon Hastanesi’nde sona erdi!

-*-*-

Hiç yalan söylemedi…

Kimseyi kandırmadı, dolandırmadı, rüşvet vermedi…

Asla hırsızlık yapmadı…

Kimsenin ağacından bir badem, tek bir mandalina koparmadı…

Sevdiği insanlar için canı fedaydı…

-*-*-

Herkese küçük hediyeler dağıtmayı severdi…

Birinci hediyesi bıçak, ikincisi de esirken öğrendiği usulle yaptığı şeftali çekirdeğinden teşbihti…

Özellikle çocuklara hediye vermeyi çok severdi…

Hele hele de kardeşlerinin çocuklarına ve torunlarına çok düşkündü…

-*-*-

Hayatımda babamdan hiç harçlık istemedim ama iki hafta öncesine kadar hep ben istemeden verdi!

-*-*-

1974’te üç ay esir kampında kaldı…

Esir değişimi ile “kurtarılmış bölgeye” döndüğünde, bana sarıldığı anda hayatında ilk defa ağladığını hatırlarım…

Başka da ağlarken görmedim…

-*-*-

Araba kullanmaması gerekiyordu…

Ölmeden iki hafta öncesinde, “gidelim Özlem’den (ablam) gizli bir motor alacağım” dedi…

Yine güldük!

O şaka yapmıyordu ama…

-*-*-

Kitap olacak çok ciddi şakaları var!

Bir gün dürteyim dedim; “… Be baba bu annem hiç susmaz ya hu, 60 sene nasıl dayandın?” diye sordum, “… Senin gibi mi olacaktım, kaç defa evlendin be?” diye kontra soruyla karşılık verdi…

-*-*-

“… Vallahi kolay değil işin, bak mutfağa gitti ama daha konuşur bu annem” diye devam ettim; iki kulağındaki işitme cihazlarını çıkardı, cebine soktu, “yüzüme bakarak konuşmadığı sürece sıkıntı yok” dedi!

Tespihlerini yapmaya devam etti!

-*-*-

Haaaa, tespih dedik…

Dini inancı hiç olmadı…

Hayatında camiye hiç gitmedi…

Gaziveren’de cami ve spor kulübünün dip dibe olduğu dönemde, “her gün caminin dibinde otururum saatlerce, bu da sayılır” derdi…

“İsteyen gider, istemeyen gitmez; günahı olan gider, benim günahım da yok” derdi…

-*-*-

Ölümden, hiç bahsetmedi ama bir kez, “baba ölürsen nereye gömülmek isten?” diye salakça bir soru sormuştum; “denize atın balıklar yesin… Öldükten sonra deniz manzaralı mezar mı isteyeyim?” yorumuyla yanıt vermişti…

-*-*-

Hoşça kal Sıtkı Hoca…

Hade be baba, ben kaçtım…

-*-*-

Bu arada kesinlikle yazmam lazım; son gününe kadar babam için her türlü fedakarlığı yapan ablamla enişteme, sevgili Cansın’a, anneme, doktorlarına ve cenazeye katılan mesaj gönderen, arayan, soran tüm sevdiklerine binlerce kez teşekkürler…

sitki-hoca.jpg

(Fotoğraf: Erol Uysal)

Bu yazı toplam 2101 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar