GÜNDEM DIŞI…
Yaşadığımız günlerin Türkiye gibi fay hattında olan bir ülkenin ilk ve son hercümerç günleri olmadığını biliyoruz. “Günlük Türkiye okumaları” yapmıyorsak eğer, olup bitenleri “olabildiğince” sükûnetle değerlendirmeyi, “ümitvâr olmasa da” ülkenin yarınına dair cümleler kurmaya çalışmayı sürdürmemiz gerekiyor.
Aktüel gündem çok yakıcı evet! Ne zaman yakıcı olmadı ki? Binlerce, on binlerce insanın canı yanıyor evet! Ne zaman yanmadı ki? Temel sıkıntımız da bu zaten: Neremiz ağrıyorsa oranın feryadını koparıp, aslında neden bir yerin bitip öbür yerin ağrıdığını konuşamaz hale gelişimiz…
90’ların başından itibaren Türkiye’de klasik sosyal- ekonomik ve siyasi yapının çöküş emareleri baş gösterdiğinde, önüne geçilemeyeceği belli olan çöküşten sonrasına dair senaryoları konuşamadığımız için “AKP sürpriziyle” (!) karşı karşıya kaldık.
AKP’nin bir “sonuç” olduğunu, onu yaratan ekonomik, sosyal ve siyasal nedenleri tartışmak yerine tıpkı “eski günlerdeki” gibi, yeni yapının ürettiği gündemin peşine takılıp sürüklene sürüklene bu günlere geldik. Şimdi AKP’yi üreten sistem çökerken ve yine aktüel gündemin önümüze yığdığı hurufat içerisinde boğulurken, Türkiye’nin evrilmekte olduğu yeni duruma dair kafa yoramıyoruz. Korkarım bu sürecin sonunda da karşılaşacağımız “sürprizle” şok olacak ve yine bu kez yeni sürece dair eski alışkanlıklarımızı devam ettireceğiz.
Aslında bütün mesele bildiklerimizi unutmamız, bildiklerimizden uzaklaşmamız…
Bir slogan gibi gördüğümüz “Eski Türkiye’nin” çöküşü, eski ekonomik- sosyal ve siyasal yapının artık yeni yapıyı besleyemez, taşıyamaz ve yeniden üretemez hale gelmesinin bir sonucuydu. 80’li yıllardan itibaren küresel ekonomiye eklemlenen Türkiye, eski politikalarla yönetilemeyeceği için 90’lı yıllarda çatırdayan sistem 2000’li yıllarda yerini yepyeni bir yapıya bıraktı. Özal’ın cidarlarını olabildiğince esnetmeye çalıştığı eski sistem, onun “zamansız” ölümünün ardından yeniden ipleri eline almaya çalıştıysa da Pandora’nın kutusu açılmıştı bir kere. “Kaçınılmaz son” bir süreliğine umutsuzca engellenmeye çalışılsa da engellenemedi. Küresel sermaye ile eklemlenme süreci için ihtiyaç duyulan siyasi aktör, AKP devreye girdi.
AKP’nin yükselişinin ve mutlak iktidarını pekiştirmesinin sınıfsal ve diyalektik bir tezahür olduğu gerçeğinden uzaklaşıldığı için çok sayıda “sorumlu” aranıyor olması bir trajediyse de, asıl büyük trajedi bu anlayıştaki ısrarcılığın bundan sonrasına dair kurabilecek bir cümlesinin olmaması. Tıkanıklık, tarihsel süreci analiz etmemize olanak sağlayacak yönergede değil. Bizim o yönergeyi kullanmaktan çoktandır vazgeçmemizde…
Geleneksel parlamenter sistemdeki merkez sağ ve merkez sol siyasete taban oluşturan sınıfsal yapı, küresel ekonominin baskılarına teslim olmasaydı ve mevcut sistemi, bu aşırı davetkâr sistemin cezbesine kapılarak parçalamasaydı AKP gibi bir sonuç ortaya çıkabilir miydi? Özne olduğu vehminde ısrar edenler, hangi rüyaları görürse görsün, AKP gücünü ve hükümranlığını eski sistemin ortaklarını yanına çekerek kurdu. Biz siyasal İslam’ın %7’lerden %15’lere sıçrayan ve çökmekte olanı görerek, gelmekte olana eklemlenme kıvraklığını gösterdiği 2002’den itibaren %34’lerle başlayıp %50’lere ulaşan sandık serüveninin altında yatan gerçekleri anlamaya ve konuşmaya başlayana kadar Türkiye yeni bir “level” a geçti geçiyor bile… Yazının sınırları içerisinde ayrıntıya girmek mümkün olmadığından, en azından şu söylenebilir: AKP’yi %34’lerden %50’lere taşıyan seçmen kitlesinin kimlerden oluştuğunu görmek için 2002 öncesine bakmak yeterli. Eski Türkiye’nin merkez sağ partilerinin ve az da olsa merkez sol partilerinin seçmenleri 2002-2016 arasında AKP’de konumlanarak bu partinin mutlak iktidarının payandası oldular.
Bu yeni bir bilgi mi? Elbette hayır…
Peki, elimizde zaten 14 yıldır mevcut olan bu bilgiyle, bugünü ve yarını şekillendirebilmek için Türkiye siyaseti ne yapıyor? Hiç!
Peki, bu bilginin artık bir değeri var mı? Yok!
Neden? Çünkü AKP misyonunu tamamladı ve 2016 Türkiye’si, Türkiye siyaseti daha ne olup bittiğini anlamadan yeni level’a doğru evrildi bile…
Türkiye’nin artık yeni ekonomik-sosyal-siyasal yapıda “geleneksel parlamenter sisteme” ihtiyacı kalmadığı ve yeni bir modele doğru evrilmesi gerektiğine çoktan karar verildi. Bu kararın arkasında öyle komplo odakları aramaya gerek yok. Küresel ekonomiye bu denli eklemlenmiş bir ülkenin eski sistemle devam edemeyeceğini herhangi bir sosyoloji veya iktisat öğrencisine sorsanız söyleyebilir. Bu anlamda, AKP’nin misyonunu tamamladığını ve kendisini yeni sistemde yeni rolüne hazırlamakta olduğunu söylemek de kehanet değil artık. Asıl çıldırtıcı olan AKP dışındaki Türkiye siyasetinin bunu kavramamaktaki ve bu yeni duruma göre konum almamaktaki ısrarı.
Geleneksel parlamenter sistemin yerini hangi geçiş modeliyle olursa olsun nihayetinde 2 partili bir başkanlık sistemine evrileceği ortada. Mesele, AKP dışındaki Türkiye siyasetinin bu yeni sistemin niteliğine etkiyebilme yeteneğini, becerisini gösterip gösteremeyeceğinde… Demokratik parlamenter sistem Türkiye’nin hâlâ umudu ve seçeneği olabilirdi. Eğer AKP dışındaki Türkiye siyaseti demokratik parlamenter sistemin tüm kurallarını ve kanallarını işletebilecek ferasete sahip olabilse ve AKP’nin ve onu sahaya süren küresel ekonominin aktörlerinin karşısında kararlı biçimde savunabilseydi. Ama tıpkı hiçbir meselemizi konuşamadığımız ve çözemediğimiz 90 yıl boyunca olduğu gibi, geride bıraktığımız 15 yılda da ülkenin yaşadığı evrimi ne konuşabildi ne de kendi çözümlerini üretebildi Türkiye siyaseti. Şimdiyse hâlâ yeni oyunun kurallarını etkileyebilme gücü varken aktüel gündemin peşine takılıp, ülkenin geleceğine dair siyaset üretememe sorunu yaşıyor.
AKP, içinde doğup serpildiği geleneksel parlamenter sistemi parçalayıp, yeni bir sistemin bileşeni olmaya hazırlanırken her şeye rağmen özgürlükçü, demokratik bir parlamenter sistemin şansı var mı? Eğer parlamenter sistem yerini bir başkanlık sistemine bırakacaksa, bunun otoriter bir yapılanma mı yoksa demokratik denetim kanallarının sonuna kadar açık ve işletilebilir olabileceği bir sistem mi olacağına dair hiçbir tartışma yürütülmüyor.
Bir yanda Ortadoğu’da yeni bir harita şekillenirken, 20 milyondan fazla Kürtle mevcut üniter yapının nasıl ve hangi koşullarda sürdürülüp sürdürülemeyeceği, sürdürülmek isteniyorsa bunun yeni kural ve koşullarının ne olacağını tartışmaya hâlâ kimse yanaşmıyor.
21. yüzyıl Türkiye’sinin özgürlükçü, çoğulcu demokrasiye mi evrileceği yoksa otoriter bir rejime mi yöneleceği, her iki koşulda da ülkenin çözülmesi gereken sorunları üzerine tartışmaktan hâlâ çok uzağız.
Takıldık gündemin peşine, gidiyoruz bir kıyamete…