GÜZEL GÜNLER GÖRME İHTİMALİMİZ
-Kim geçmişse buradan
geleceği incitmiş-
Oturduğum kafede az önce bir Sonbahar yaprağı düştü bilgisayarımın üzerine. Düş kırıklığı içinde bakmaktaydım ekrana doğru. Bu sabah erkenden kalkıp önemli bölümünü yazdığım yazım teknoloji marifetiyle yok olmuştu. Ne yazdığımı hatırlayıp toparlamaya çalıştım ama aynı cümleleri bulamadığım için sildim hemen. Sonra sonbahar yaprağı düştü. Belki de başka bir konuda yazmalıyım bu hafta, bu bir işaret diye düşündüm.
Geçen gün başıma gelen bir olayla başlamıştım bu sabah yazıma. Lefkoşa arastasında çocuklukta annemle sık sık gittiğimiz o dükkâna girmemin nedeni biraz da nostaljikti kuşkusuz. Sabahtı ve hafta içi dersim olmayan tek günde keyifli şeyler yaşamak niyetindeydim. İstediğimi aldıktan sonra annemin arkadaşı olduğu için gizli bir sempati duyduğum esnaf hanımefendi. “Sen neden güneyde yaşıyorsun?” diye çıkıştı bana. Orada Üniversite’de ders veriyorum; İşim orada.” diye cevap verdim. “Korkmuyor musun?” diye sordu. “Yooo… Neden korkayım ki?” dedim. Hiç de dostça değildi yüzü. Tanıdığım bir bakıştı bu… “Kendi toplumun için çalışmalısın” dedi. “Burada da bir gazetede yazıyorum her hafta” dedim. Hiç okumamış yazımı. Şiirlerimi, kitaplarımı da bilmiyormuş. Çıkarken “Evlen sen, Evlen” diye bağırdı. “Bir kadın evli olmalı”. Annem yaşasa o da mı böyle düşünürdü diye ürperdim aniden. Sonuçta belli bir kadın kuşağının bakışını temsil ediyordu sözleri.
Birden ne kadar da şaşırtıcıydı toplumun bir bölümündeki imajımla yüzleşmem. Kendi dar çevremizde, bize benzeyen, bizim gibi düşünen insanlarla geçiyor genelde hayatımız ve bu tür karşılaşmalarda afallıyoruz. Eskiden daha çok bulunurdum böylesi ortamlarda. Hatta tartışmalara bile girerdim insanlarla. Günümüzün “negatif olandan uzak dur” kişisel gelişim sloganına fark etmeden uyum sağlamış olmalıyım. Kendimi korumaya aldığımı fark ettim son yıllarda. Sadece beni sevenler, beni onaylayanlarla iletişim halindeyim. Arada bazı hoş olmayan karşılaşmalar oluyor tabii. Bazen de satır aralarını, bazı işaretleri okuyup moralimi bozuyorum.
Bu sabah bir radyo programında Kıbrıslı Rum yardımcı ders kitaplarında yer alan Kıbrıslı Türk edebi metinlerine savaş açıp Eğitim Bakanı’na çocuğunun bu derslerden muaf tutulması konusunda mektup göndererek son günlerin gündemini işgal eden veli konusunda görüş belirttim. Bir mektup bütün bir ülkeyi karıştırabiliyor bazen. Böylesi karışıklıklar bir açıdan iyi oluyor aslında. Konuyu tartışmaya açıyor ve toplumdaki bazı eğilimleri belirginleştiriyor. Kimileri bunun üzerine atlayıp kendi tezini sağlamlaştırmaya çalışıyor. “ Gördünüz mü; Rumlar bizim edebiyatımıza tahammül edemiyorlar” oluveriyor hemen bazılarının cümleleri. Bu genelleme çatışma paradigmasının baş silahı zaten. Bu Rumlar hem ders kitaplarına Kıbrıslı Türk edebi metinlerini koyanlar hem de bunu istemeyenler. Kıbrıslı Türk okullarında ise bırakın Kıbrıslı Rum edebiyatçıların esamesinin bile okunmamasını doğru düzgün Kıbrıslı Türk Edebiyatı bile yok. Kıbrıslı Türkler Kıbrıslı Rumların metinlerini kitaplarına bile almamışlar yani. Eskiden beri çatışma paradigmasının en önemli iletisidir bu: “Biz barış istiyoruz ama onlar istemiyorlar”.
Kıbrıs bitmek bilmez beklemelerinin yeni bir aşamasında şimdi. “ Bu kez bir çözüm bulunacak mı?” o tükenmeyen soru.
Klavyemin üstüne düşen Sonbahar yaprağı, çevrede Türkçe Rumca konuşmalar, bu sabah katıldığım bir
Kıbrıslı Rum yazarın Türkçeye çevrilen kitabının tanıtımı… Geçen gün dengemi bozan bakışlar…
Akıp gidiyor hayat… Bu gece dolunay var. Athalassa parkında piknik yapıp güzelliğin tadını çıkarmak niyetindeyiz.
Düyanın hali kötü elbet ama aşklar, arkadaşlıklar ve güzellikler var yine de…
Güzel günler görme ihtimalimiz her daim mevcut.