1. YAZARLAR

  2. Niyazi Kızılyürek

  3. Hakikat, Politika ve Demokrasi
Niyazi Kızılyürek

Niyazi Kızılyürek

Hakikat, Politika ve Demokrasi

A+A-

Başlıkta yan yana dizdiğim kelimelerden “hakikat” ve politikanın” hiç de öyle bir araya gelecek cinsten olmadıkları biliniyor.

21. yüzyılda “hakikat” ile “politika” neredeyse karşıt kavramlar haline gelmiştir. İçinden geçtiğimiz döneme bu yüzden “hakikat-sonrası” (post-truth) adı verilmiştir.

Bu kavramın ortaya çıkışı, Trump gibi popülist politikacıların gerçekleri saklayarak veya çarpıtarak içi boş, duygulara dokunan, insanların korkularını suiistimal eden demagojileriyle bire bir bağlantılıdır.

Ne var ki, siyaset erbabının hakikate sırt çevirmesi yeni bir olgu değildir. Demokrasilerin demagoglar yüzünden tehlikeye girebileceği uyarısı Eski-Yunan’dan beri dile getirile gelmiştir.

Gerçekten de yalan veya örgütlü manipülasyon, demokrasiyi karşı ciddi bir tehdit oluşturuyor. Totaliter rejimlerin örgütlü yalan üzerine kurulmuş olmaları şaşırtıcı değidir.

Demokrasilerde yurttaşların doğru bilgilenmeleri/bilgilendirilmeleri esastır. Doğru bilgilendirme, “bilenlerin bilmeyenlere anlatması” şeklinde gerçekleşemez. Bu otoriter bir duruma işaret eder. Doğru bilgi üretimi, iletişim kanallarının özgür, bağımsız ve açık olması ve kamusal alanda katılıma dayalı özneler-arası iletişim süreçlerinin işlemesiyle mümkündür.

Politik elitin gerçekleri yurttaşlardan saklaması veya düpedüz yalana başvurması, demokrasiyi tehlikeye attığı gibi, bir toplumun gerçeklikle bağlarını koparmasına da yol açar. Gerçeklerle bağlarını koparan bir toplumda da her şey mubah olur.

Hannah Arendt, ölümünden bir kaç ay önce (1975) Amerika Devriminin 200. yılı vesilesiyle yaptığı bir konuşmada, Amerika’da demokratik rejimin 2000 yılına kadar yaşayamayabileceğine dikkat çekmişti.

(Trump gibi birinin çıkıp gelebileceğini öngörmüş olduğunu söyleyebiliriz)

Bu saptamasının nedenini, politikanın yalana ve manipülasyona dayandırılmasına dayandırmıştı. Arendt, iki somut örnekten söz ediyordu. Pentagon-Papers, Amerika yönetiminin Vietnam savaşı hakkında kamuoyunu yanılttığını belgelemişti, diğer yandan da “Watergate Skandalı” patlak vermişti.

Hannah Arendt, dünyanın yeni bir yalan ve manipülasyonla karşı karşıya olduğunu, bunun sadece Amerikan demokrasisinin temel taşlarını yerinden oynatmakla kalmayacağını, ayni zamanda bizzat politikaya büyük zararlar vereceğini ileri sürmüştü.  

1967 yılında kaleme aldığı “Hakikat ve Politika” adlı denemesinde ise yalana dayalı politikanın sonunda politikanın işlevine son verdiğini ileri sürüyordu. Çünkü, Arendt’e göre politika özgür bir ortamda, gerçekleri çarpıtmadan kamusal alanda yapılan istişareye dayandığı sürece anlamlıdır.

Örneğin totaliter rejimlerde hakikatin yerini yalan, haklılığın yerini de haksızlık alır. Bu da politikanın temelini havaya uçurur, çünkü yurttaşların doğru yargılarda bulunması ve ona göre eyleme geçmesi ortadan kaldırılmıştır.

Yurttaşların doğru yargı ve doğru eylem kabiliyetini kaybettiği bir ortamda politika hem kendi ayağına, hem de hakikate kurşun sıkmış olur.

Toplum gerçekler temelinde fikir üretemez bir noktaya geldiğinde, yalan ve manipülasyon üstün gelir. Örneğin bir saldırı savaşını bir savunma savaşı olarak görür. Bunun bir örneğini bugün Netanyahu’nun Gazze’ye yaptığı saldırıyı “savunma” diye yutturmaya çalışmasında görürüz. Burada sadece hakikat saklanmış olmuyor, olduğu kadarıyla İsrail demokrasisinin geleceği de tehlikeye atılıyor.

Çok bilinen başka bir örnek de Irak savaşıdır. Bush ve Blair, Saddam Hüseyin’in nükleer silahlara sahip olduğu yalanını yayarak korkunç bir savaşa imza attılar.

Burada sorulması gereken soru şudur: Basın ve bilim dünyası bu yalanlar karşısında ne yapıyordu? Çoğu susuyordu...

Maalesef siyasi elitlerin ürettiği yalan ve manipülasyona basın ve bilimciler de katılıyor, çünkü genellikle veya çoğunlukla iktidara hizmet etmeyi veya bireysel yararı, mesleki ahlaka tercih ederler.

Basının siyaset-kurucu işlevini en açık Berlusconi örneğinde yaşadık. Bir kaç televizyon kanalına sahip olan Berlusconi İtalyan toplumunu yalan ve manipülasyonla besledi ve sonunda kendini iktidara taşıdı.

Siyaseti yalanla iç içe geçiren diğer bir gelişime, iletişimcilerin, yani image makerlerin siyasi yaşamın bir parçası haline gelmiş olmalarıdır. Artık siyasetçilerin de siyasi partilerin de şirketler gibi “halkla ilişkiler” birimleri vardır. Neyin ne zaman söyleneceğine onlar karar veriyorlar.

Kısacası, doğru bilgilere dayanıp gerçek olgular etrafında fikir yürütmek, olgularla görüşler arasında karşılıklı etkileşim sonucu siyasi irade oluşturmak, maalesef giderek daha büyük orada zorlaşıyor.

Bunun yerine, popülist politikacıların rast gele argümanları ve popülist söylemleri ön plana çıkıyor. Demokrasiye karşı bir tehdit olan aşırı ve popülist Sağın büyümesinin bir nedeni de budur...   

Bu yazı toplam 2560 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar