Hakikatin Sözcüleri
Hakikatin Sözcüleri
Hakkı Yücel
[email protected]
20. yüzyılın iki büyük düşünürü M.Foucault ile G.Deleuze arasındaki şahsi ve fikri dostluğun çok ileri boyutlarda olduğu bilinir. Bu o kadar öyledir ki Foucault Deleuze için, “yirminci yüzyıl bir gün Deleuze’cü yüzyıl olarak anılacaktır” ifadesini kullanırken, Foucault’un ölümünden sonra “Foucault” başlıklı bir kitap da yazarak, bir bakıma ona vefa borcunu ödeyen Deleuze’ün onun hakkında sarfettiği şu cümle de her zaman hatırlanacaktır: “Bize çok temel bir şeyi ilk öğreten siz oldunuz: Başkaları için konuşmanın bayağılığını..” (“Müzakereler”-G.Deleuze. Norgunk Yayınları s.97; “Entelektüelin Siyasi İşlevi” Seçme Yazılar-1, Ayrıntı Yayınları, s.34). İkisi de sol içinden gelen, ancak o geleneğin ‘mutlak hakikatler’inin tekrarlayıcısı ve koşulsuz takipçileri olmaktan çok, farklı bakış açılarıyla yeni düşünme biçimlerini zorlayan, haliyle yeni politik etkinliklerin, eylemlerin ve entelektüel anlayışların/davranışların temsilcileri, bir başka ifadeyle ‘yeni hakikatler’in sözcüleri olarak öne çıkan Foucault ve Deleuze’ün, tam da bu özellikleri nedeniyle bugünün dünyasını anlamada ve yeni açılımlar sergilemede güncelliklerini koruduklarını söylemek mümkün. Ancak hemen hatırlatalım, bu yazının amacı Foucault ve Deleuze’ün düşünce dünyasını irdelemek olmadığı gibi, bunu yapmak bu satırların yazarının haddi de değildir. Kaldı ki, ‘teori-pratik’ ilişkisi bağlamında farklı bakış açıları ve düşünce derinliği içeren, bugünün toplumsal-siyasal sorunlarını aşmaya yönelik olarak sundukları imkânlar/seçenekler bakımından, ne bir “alet çantası” çeşitliliği ve zenginliği taşıyan Foucault külliyatı, ne de “inanılmaz derecede yoğun ve tanınmayacak kadar özgür” Deleuze’ün metinleri, sınırlı bir yazının kapsamı içine sığdırılabilir. Bunu teslim ettikten sonra burada naçizane yapılmaya çalışılacak olan, Deleuze’ün Foucault’ya, onun daha çok ‘entelektüel’i -entelektüelin siyasal işlevini- hedef alarak söylediği, “Bize çok temel bir şeyi ilk öğreten siz oldunuz: Başkaları için konuşmanın bayağılığını.” cümlesinin peşinden gitmek ve bu dikkat çekici tespitin -her ne kadar bu tespit özellikle sola (sol entelektüele) yönelik olsa da, sadece sol bağlamında değil- bugünün dünyasındaki muhtemel karşılığını bulma çabasıdır.
Buradan devam edecek olursak, Fransız Komünist Partisi üyeliği iki yıl süren (1950-52 arası) Foucault’nun, partiden ayrıldıktan sonra büyük tartışmalara yol açan “Kelimeler ve Şeyler” kitabından başlayarak, genel anlamda geleneksel sol anlayışa yönelik eleştirileri, “Entelektüelin Siyasi İşlevi” ni ele aldığı ve münhasıran ‘geleneksel entelektüel’i eleştirdiği yazılarında , farklı bir mahiyet kazanır. Gramsci’nin Marksist perspektiften hareketle yaptığı, bir bakıma klâsikleşmiş, “geleneksel” ve “organik“ entelektüeller (aydınlar) ayrımından farklı olarak “Spesifik Entelektüel” tanımlaması yapan Foucault, siyasi anlamda bu entelektüeli “bilgisini, uzmanlığını ve hakikatle ilişkisini siyasi mücadele alanında kuran kişi” ( “Entelektüel’in Siyasi İşlevi”, Seçme Yazılar-1, Ayrıntı Yayınları, s.13) olarak tarif eder. Bu tanımlamasıyla Foucault, 18.yüzyıldan başlayarak 20.yüzyıla gelene kadar, “evrensel hakikat”in sözcüsü olduğu kabul edilen, bu özelliği (ayrıcalığı) nedeniyle de, “hâlâ hakikati görmemiş olanlara, hakikati söyleyemeyenler”e evrensel hakikatin bilgisini ve bilincini aktaran entelektüel’in, 20.yüzyılın son çeyreği itibarıyla yaşanan gelişmeler kapsamında bu özelliğini yitirdiğini, başka bir mahiyet kazandığını işaret etmektedir. İşaret ettiği şey ise, günümüz entelektüel’inin başkaları adına konuşmasının toplumsal-siyasal karşılığının olmadığı, ancak kendi adına konuşabileceğidir ki, burada asıl yaptığı bir “temsil eleştirisi”dir ve ısrarla vurguladığı da herkesin -iradesini başkalarına devretmiş veya başkaları tarafından devralınmış, ya da iradesi bir şekilde başkaları tarafından gasp edilmiş herkesin- kendi adına konuşması gerektiğidir. Daha net bir ifadeyle Foucault, “evrensel hakikat’in sözcüsü ve ‘bütünselliği’içkin olduğu biçiminde tanımlanan entelektüel’in artık bu tanım kapsamında olmadığını, asıl spesifik disiplini ve uzmanlık alanı kapsamında sahip olduğu bilgisi, deneyimi ve becerisi üzerinden konuşmakla mükellef olduğunu hatırlatmaktadır. Bunu da şöyle gerekçelendirmektedir: Artık tek, homojen, mutlak, evrensel ‘hakikat’ algısı bugün itibarıyla geçerliliğini yitirmiştir. “Siyasi mücadele artık tek bir hükümranlık kaynağı (örneğin devlet ve aygıtları) belli bir sınıf ya da üretim biçimini hedef alan global eylem olamaz.” (a.g.e,s.24) Bunun böyle olduğu ise, bir yönetim biçimi (yönetimsellik) olarak iktidarın tahakkümünü kurarken farklı teknikleri kullanmasından, bu tekniklerin “incelikli ve çoğul biçimleri olarak disiplinler, kurumlar, pratikler, teknolojiler ve onların arkasında bilgi/iktidar’ın ürettiği hakikatler” (a.g.e, s.24) üzerinden hareket ediyor olmasından, bir başka ifadeyle iktidarını kendi ürettiği hakikatler aracılığıyla bir “hakikatler rejimi”ne dönüştürmesinden bellidir. Hal bu olunca, iktidarın kurduğu, biçim ve içerik olarak çeşitlilikler içeren tahakküm rejimine karşı mücadele de aynı şekilde, biçim ve içerik olarak çeşitlilikler arz edecek; hakikatin ‘mutlak’ ve ‘evrensel’ olmaktan öteye görecelik ve çeşitlilik kazandığı bu yeni durumda, şimdiye kadar ‘mutlak-evrensel’ hakikatin sahibi ve taşıyıcısı olan ‘entelektüel’in konumu da değişecektir. Kaldı ki, tam da bu gelişmelerle doğru orantılı olarak, günümüz entelektüel’inin giderek daha çok “spesifik bir disiplin ya da kurumda çalışan kişi” konumunda olduğu göz önüne alındığında bu değişiklik daha kolay anlaşılacaktır. Foucault da “spesifik entelektüel” tanımını işte bu gerçeklikten hareketle yapmakta ve onun bilgisinin artık “bütünleştirici bir bilgi, birleştirici bir toplum teorisi değil; spesifik, yerel bir alandaki uzmanlığı ve becerisi”iyle (a.g.e,s.25) sınırlı olduğunun altını çizmektedir.
İlk bakışta entelektüelin zafiyeti olarak görülebilecek bu durumu (günümüzde entelektüelin kendi uzmanlık alanı içine hapsolmasının onun entelektüel niteliğini yitirmesine yol açtığı yaygın bir görüştür ve doğrusu bu göz ardı edilecek bir değerlendirme de değildir) Foucault, “spesifik entelektüel” e yüklediği (siyasi) anlamla aşmaktadır. Bunu da “spesifik entelektüel”in kendi uzmanlığını, sahip olduğu bilgiyi, kendi uzmanlık alanındaki ‘küçük’ hegemonik iktidar ilişkilerinin oluşturduğu ‘hakikatler rejimi’den başlayarak, ‘büyük’ iktidarın hegemonik ilişkilerinin oluşturduğu ‘hakikatler rejimi’nin tahakkümüne varıncaya kadar kendi karşı ‘hakikatleri’nin iktidarını kurmaya yönelik mücadelesiyle yapacaktır. Foucault’un baktığı yerden entelektüel’in sadece “kendi adına konuşmak” demek olan bu durum bu kadarla kalmayacaktır (bu kadarla kalması bir bakıma onun zafiyetini gösterecektir); entelektüel’in dahil olduğu alandaki grupları harekete geçirmek, onlara “kendi adlarına konuşmak”ın zeminini hazırlayacak adımları atmak suretiyle “siyasi işlevi”ni de yerine getirecektir. Nitekim Foucault’un yaptığı tam da budur, örneğin oluşmasında yer aldığı “Hapishaneler Üzerine Enformasyon Grubu” böylesi bir çalışmanın ilginç örneğidir ve burada o güne kadar bu haktan mahrum kalan insanlar aracısız, kendi adlarına konuşma pratiğini yaşamaya, taleplerde bulunmaya başlamışlardır. Foucault’un özellikle sistem tarafından marjinalize edilmiş kesimlere yönelik bu türden çalışmaları ve yine bu çerçevede yazdıkları (ör.Hapishanenin Doğuşu, Cinselliğin Tarihi, Deliliğin Tarih vb.) kendi kuramsal kapsamının (siyasi) pratikle buluştuğunun kanıtıdır da aynı zamanda.
Foucault’nun “spesifik entelektüel” e ve onun “siyasi işlevi”ne dair yazdıkları bize ‘tek hakikat’in ve bunun ‘tek’ sahibinin olmadığını, ‘hakikat’in ‘çoklu’ bir inşa süreci olduğunu gösterdiği kadar, ‘evrensel hakikat’ ve ‘bütünsellik’ anlayışının da bügün için geçersiz olduğunu ve günümüz dünyasını kavrama, onu anlayıp dönüştürme talebini karşılayamayacağını iddia etmektedir. Bu iddia aynı anda ‘evrensel’ olan yerine ‘yerel’i öne çıkarmakta (“her toplumun kendi hakikat rejimi, kendi hakikat siyaseti vardır”a.g.e, s.59) , ‘bütünsel’ olana karşı ‘çokluk’u önermekte, dikey-hiyerarşik ve homojen yapılanmalar karşısında yatay-demokratik çoklu ve minör yapılanmaları bir seçenek olarak sunmaktadır.
Foucault’un, yazıldığı dönemde çok tartışmalara neden olan “spesifik entelektüel” tanımı ve yükü ağır eleştirel teorik yaklaşımları bugün itibarıyla hızını kaybetmiş olabilir. Ancak son dönemlerde, özellikle Türkiye’de yaşanan siyasal-toplumsal gelişmeler karşısında, kendi mutlak hakikatlerine mahkûm kimi entelektüellerin yaptıkları kerameti kendinden menkul yorumlarına sıklıkla rastlıyor olduğumdan mıdır nedir, bir yandan Foucault’un aklımıza düşürdüğü “başkaları adına konuşmanın bayağılığı” cümlesini hatırlıyor, bir yandan da “kendi adına konuşanların” çokluğuna, yani “hakikatin sözcüleri”nin de çoğaldığına tanık olmanın yarattığı iyimserlik dürtüsüyle, onun kimi yazdıklarına yeniden bakma ihtiyacı duyuyorum.