Hamitköy’ün Sözlü Tarihi (4)
Hamitköy’ün Sözlü Tarihi (4)
Tuncer Bağışkan
KÖYE GELEN ORAKÇILAR
Anlatıldığına göre Mehmet Buba ile Ali Buba’nın iki çift öküzü ve tarlaları süren işçileri varmış. Böylece Mandrez’in yakın ve uzak çevresindeki tarlalarla ovalara buğday ekilermiş. Orak zamanında Türkiye ile Dillirga’dan 100 civarında orakçı getirirlermiş. Dillirga’dan gelenler Türk olmalarına karşın Türkçe konuşmasını bilmediklerinden Rumca konuşurlarmış. Bazı işçiler gelirlerken çocuklarını da beraberlerinde getiriyorlarmış. Hatta bazı işçilerin çocukları köyde kalırlar ve onlara da çocuklarıyla birlikte köye çağırdıkları öğretmenler ders verirmiş. 1914 yılına kadar köye Türkiye’den orakçılar da geliyormuş. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle dağı aşarak Arapköy üzerinden Türkiye’ye gitmişler, bir daha da gelmemişler. Orakçılar bakla sevmediklerinden süt ürünleriyle beslenirlermiş. Parmaklarına tahtalar takarak demetleri toplarlar, kollarını aşan uzun patentli gömlek giyerler ve patenlerini peşkir yerine kullanırlarmış. Elleriyle yüzlerini patenlere sildikten sonra patenlerini yukarı doğru katlarlarmış. Türkiyeli orakçıların üzerinde hiç bit eksik olmaz, bunları da ‘misafir’ olarak kabul ederlermiş.
KÖYÜN CAMİSİ
Köyün eski camisi 1961 yılına kadar okul ile yan yanaydı. Ancak 1961 yılında Halil Hacı Musa’nın bağışladığı araziye şimdiki cami ilkin minaresiz olarak inşa ediliyor. Minare ise 1974 yılında Pehlivancık lakabıyla bilinen Mehmet Alibaba ile Turgut usta tarafından yapılıyor.
DİN SİTESİ
Zamanın Müftüsü sn. Rifat Yücelten’in verdiği bilgilerle köyün güneyindeki yol üzerinde bulunan din sitesinin inşa ediliş sürecini belirlemem mümkün olabiliyor. Din sitesinin arazisi ilkin 1979 yılında Ali Alibaba (Ali Hoca) (25.10.1923 – 6.7.1990) tarafından bağış olarak veriliyor. O sırada kendini Türk-Osmanlı soyundan sayan Libya’nın en yüksek dini lideri Şeyh Mahmut Suphi Kıbrıs’a gelip yeri görüyor ve orasını beğendiğinden finansmanını karşılamayı üstleniyor. Sitenin inşaat planları Evkaf mimarı Hasan Emirali tarafından, inşaat ve mühendislik işleri ise Ergün Derviş tarafından gerçekleştiriliyor. Ancak bağış olan bu arazi o sırada Vakıflar İdaresi’nin tapusuna geçirildiğinden Libya’nın pek hoşuna gitmiyor ve projenin Gaddafi tarafından durdurulmasının gündeme geldiği bile konuşuluyor. Ancak yine de Libya’dan sağlanan finansmanla 1979 yılında başlayan inşaat, 1980 yılında tamamlanıp açılışı yapılıyor. Şimdilerde Din İşleri Dairesi’nin idari binası olarak kullanılıyor.
KÖYÜN ÜNLÜ HIRSIZI: DURMUŞ ALİ
Eskinin yokluk günlerinde hırsızlık güncel olaylardan sayılırdı. Ailelerini geçindirebilmek için küçük çapta hırsızlık yapanlara genellikle göz yumulurdu. Göz yummak bir bakımdan yoksul aileleri desteklemek anlamına geldiği gibi, “belâyı satın almamak” anlamına da gelirdi. Ancak sürekli hırsızlık yapanlar bağışlanmaz; uygun bir zamanda ve belayı satın almayacak şekilde ihbar (bazı köylülerin ifadesine göre “müzevirlik”) mekanizması gizlice çalıştırılırdı.
Zarif Buba’nın anlattığına göre, Hamitköy’ün ünlü hırsızlarından olan babası Durmuş Ali, hırsızlıkta en az kendisi kadar ünlü olan Çakli Yusuf’un oğluymuş. Durmuş Ali doğmadan önce annesinin doğurduğu çocuklar ölür; nedeniyse bilinmezmiş. Sırasıyla Zühre, Tahir ve Zühre adlı çocukları ölünce, son doğan çocuklarının ölmemesi için adını “DURMUŞ” koymuşlar. Böylece Durmuş Ali yaşamış; kardeşleri gibi ölmemiş.
Durmuş Ali’nin babası Çakli Yusuf varlıklı bir kişiymiş. Ancak mirası Durmuş Ali’ya kalınca, satıp savıp kadınlarla yemiş. Hırsızlıktan iki kez hapislik cezasına çarptırılmış. İlk evliliği birkaç gün denecek kadar kısa sürmüş. İlk eşi onu evden atınca, Zehra hanım adlı bir kadınla evlenmiş. 13 çocuğu olmuş. Ancak Zehra hanımdan uzun yıllar ayrı yaşamış. Eşi şeker hastalığına yakalanıp bir ayağı kesilmiş; güçsüzler yurdunda yokluk içinde ölmüş. Kendisiyse oğlu Salih Çakli’nin yanında kanserden ölmüş.
Durmuş Ali’nin yapığı hırsızlıklar o kadar çokmuş ki, kaleme alınsa kalın bir kitap yazılabilirmiş. Geceleri ayaklarına kumaş sarar, ucu çengelli bir kamışı omzuna vurarak hırsızlığa çıkarmış. Ev ile dükkanlardaki eşyaları, pencereden içeriye uzattığı çengelli kamışla çekip götürürmüş. Bir seferinde bu yöntemle, Küçük Kaymaklı’nın ünlü kunduracısı Helvacı Mehmet Bey’in oğlu Hüseyin’in dükkânındaki ayakkabıları çalmış.
Geceleri çaldığı kuzuları evine götürür ve çocuklarını uyandırarak onlara önce ciğerlerini yedirir; geriye kalan etleriyse bir tekneye koyup evin bağlamasının arasına saklarmış.
Bir ara tavukçuluk yapan bir Rum’un yanında çalışıyormuş. Rum sabah işe geldiğinde ölü bulduğu civcivleri evin dışına atarmış. Ancak gece olunca Durmuş Ali atılan ölü civcivleri alıp kümese koyar; kümese koyduğu ölü civciv sayısı kadar civcivi alıp evine götürürmüş. Bu yöntem uzun zaman devam etmiş.
Durmuş Ali bir yılbaşı arifesinde ferace giyerek bir Rum’un ayakkabı dükkanına girmiş. Hiç konuşmadan çocukları için seçtiği ayakkabıları torbasına doldurmaya başlamış. Mal sahibi onu hayalet sanmış. Korkudan sesini çıkartamamış. Böylece Durmuş Ali alacağını alıp dükkandan çıkıp gitmiş. Dükkan sahibi, gerek korkusundan ve gerekse kimseyi inandıramayacağı düşüncesiyle olayı kimseye anlamamış. Aradan bir süre geçtikten sonra bu Rum’u Hamiköy’deki bir düşüne davet etmişler. Düğünde Durmuş Ali aynı feraceyi giyip oynamaya başlayınca, Rum feraceyi tanımış. Böylece ayakkabılarının Durmuş Ali tarafından çalındığını anlamış.
Bir zamanlar mandıralarını çok iyi korumakla öğünen bir Rum çoban varmış. Mandıralarını av tüfeğiyle beklediği gibi, saldırgan bir de köpeği varmış. Durmuş Ali bu Rum’un mandırasından hayvan çalmaya karar vermiş. Bir gece evinde bir düzine yumurta kaynatıp mandıraya gitmiş. Köpek havlamak için her ağzını açışta ağzına bir yumurta atmış. Böylece köpeğin karnı şişmiş; yere yığılıp kalmış. O da davarın yarısını alıp götürmüş.
Köylerde hayvan hırsızlığı çok olduğundan, çobanlar geceleri mandıralarını av tüfekleriyle beklemek zorundaymış. Bir gece çobanın biri iki kuzusunu yattığı kerevetin ayağına bağlamış ve kucağında av tüfeğiyle uyuya kalmış. Durmuş Ali ayaklarına çaput sararak adama yanaşmış; kuzuların iplerini keserek alıp kaçmış. Çoban ancak sabah uyandığında kuzularının çalındığının farkına varmış.
1930-1931 yıllarının bir yaz gecesinde Durmuş Ali’yle arkadaşı Dagguş Salih, dağda sürüsünü yatıran bir çobandan kuzu çalmaya gitmişler. Kuzuları yakalamaya çalışırlarken çoban gürültüden uyanmış. İki kafadar da kaçmak zorunda kalmış. Çoban silahını ateşlediği an, Dagguş Salih düşürdüğü bıçağını almak için yere eğildiğinden, şaşmalar Durmuş Ali’ye isabet etmiş. Yaralarına ‘Domardı’ diye bir merhem sürüyormuş. Vücudundaki yedi şaşma çıkartılmış ama başının arkasına giren çıkartılamamış. Yakalanmamak için ilkin Kara Tepe’de saklanmış. Daha sonraysa arkadaşlarının oturduğu Koccat köyüne gitmiş. Polisler de onu yakalamaya çalışıyorlarmış. Bazı geceler Koccat’tan yola çıkıp gün ağarmadan köye geliyor; bir süre sonra da Koccat’a dönüyormuş. Bir gece rüyasında, köye gitmesi halinde yakalanacağını görmüş. Rüyanın etkisiyle köye gitmemiş. Kardeşlerinin ihbarı üzerine o gece köydeki evi Sokradi Çavuş başkanlığında 12 kişilik bir süvari mangası tarafından basılmış. Ancak evde olmadığından onu bulamamışlar. Nihayet yağmurlu bir gecede Koccat’tan Mandrez’e giderken, şafak attığından ve de yağmurdan ıslandığından, eşinin dayısı Ali’nin Küçük Kaymaklı’daki evine sığınmış. Eve girdiğini gören kahveci Çatlak Hasan polise ihbar etmiş. Yakalanıp beş ay hapis cezasına çarptırılmış. Onu Girne’deki hapishaneye nakletmeleri için körbağırsağının olduğunu iddia etmeye başlamış. Yerlere yatıp tepiniyormuş. Nihayet doktorlar körbağırsak ameliyatı yapmaya karar vermişler. Gerçekten ameliyat edileceğini öğrenince yalan yaptığını söylemek zorunda kalmış; böylece ameliyattan kurtulmuş.
Zarif Alibuba ile Mustafa Mehmet Buba’nın (Gabardi) söylediğine göre, Durmuş Ali bir gece Garotsacı Mustafa’dan tavuk çalıp Ahmet Paçapaça’nın karısı Sultan hanıma götürmüş. Bir tanesini de Hacı Osman’ın torunu Guru Emine’ye vermesini söylemiş. İhbar üzerine olay meydana çıkmış. Sultan hanım her şeyi itiraf etmek zorunda kalmış. Guru Emine ile Durmuş Ali, üç ya da beş ay hapis cezasına çarptırılmış. Ancak verilen hapislik cezası para cezasına dönüştürülmüş.
Durmuş Ali bir gece koyun çalıp evine götürmüş. Polislerin eve geldiğini görünce koyunları önce komşusunun evine aktarmış, sonra da koşarak evine girmiş. Samanların içine saklanmış ve başının olduğu yere bir kalbur koymuş. Onu eve girerken gören polisler evin altını üstüne getirmişlerse de saklandığı yeri bulamamışlar.
Soğuk kış gecelerinin birinde Durmuş Ali kız kardeşinin oğlu Hüseyin’in mandırasına gitmiş. Mandıranın önünde yirmi kuzuyu kesip heybelere doldurmuş ve eşeğin sırtına yükleyip oradan ayrılmış. Olayı gören biri polise ihbar etmiş. Olay yerine giden polisler, Durmuş Ali’den şikâyetçi olup olmadığını Hüseyin’e sormuşlar. O da “Ben onu sadece Allaha şikayet ederim; size etmem” diyerek olayı kapatmış.
MANDREZ’E DÜŞEN ALMAN SAVAŞ UÇAĞI
İkinci dünya savaşının hüküm sürdüğü 1943 yılının Mart ayında köyün yanına düşen Alman savaş uçağı, hatırlanan en ilginç olaylardan biridir. İki İngiliz savaş uçağının vurduğu bir Alman savaş uçağının köyün yanına düşmesi hakkında Nesrin Bacavuz, Mehmet Mustafa Baba ve Mustafa Mehmet Buba (Gabardi) konuyu toparlayıcı ayrı ayrı bilgiler vermişlerdir. Bu nedenle tüm bilgileri harmanlayarak anlatmaya çalışalım. Alman savaş uçağının semada göründüğü an Erol Kazım Andaç’ın babası Kazım Hoca okulda ders verirken, Mustafa Mehmet Buba (Gabardi) da köyde çobanlık yaparken uçağın düşmesine tanık olmuşlar.
Mustafa Mehmet Buba’nın (Gabardi) anlattığına göre bir gün ovada davarını otlatırken, güneyden bir Alman uçağının geldiğini görmüş. O anda beliren iki İngiliz uçağı da bu uçağın üzerine dalış yaparak ve etrafında dolanarak ateş etmeye başlamışlar. İsabet alan Alman uçağının arkasından duman ve ateş çıkıyormuş. Yanan uçak düşmeden iki kişi paraşütle atlamış. Biri köyün yarım mil kadar doğusundaki tarlalara, diğeriyse Büyük Kaymaklı ovasındaki (Tren yolunda) Gambana mevkiine inmiş. O anda Küçükkaymalı, Lefkoşa ve köyden akın eden binlerce kişi ovalara dökülmüş. Orada mahşeri bir kalabalık olmuş. Köyün yanına inen pilot, paraşütünü toplayıp güneye doğru kaçarken yakalanmış, Landrover bir arabaya bindirilerek Lefkoşa’ya götürülmüş. Atlayan diğer pilotun paraşütü ise bir ağaca asılı kalmış; böylece o da yakalanmış. Yanarak düşen uçağın büyük parçaları köyün kuzeydoğusundaki Tuzlu Dere’yle Boklu Tepe’ye düşmüş. Diğer parçalarıysa, köy (Datlıkuyu) ile Vuno (Taşkent) arasındaki alana dağılmış. Uçağı uzun süre Hintli askerler beklemiş. Bu askerler de köylülere ekmek veriyorlarmış. Uçağın düştüğü an, Paralik ile Tahir uçaktaki fotoğraf makinesini alıp Efe’nin kahvehanesine götürmüşler, Mehmet Hamit Buroda ise oradaki çanta içinde bulunan kitapları toprağa gömmüş. Ancak daha sonra İngiliz askerleri gelerek hem fotoğraf makinesini, hem de kitapları almışlar. Bu arada kitapların içinde bulunduğu çantanın Mustafa Mehmet Buba Gabardi tarafından alındığı, bunların çocukların altına konan bez şeklinde kesildiği ve Mustafa Mehmet Buba Gabardi’nin çocuklarının bu bezlerle büyüdüğü bilgimize getiriliyor. Bu arada uçağa ait bir merdiven, ya da kapı parçasının ise Mustafa Mehmet Buba Gabardi’nin evinde bulunduğunu bizzat görmüştüm. Bunun ise uzun yıllar Mustafa Gabardi tarafından zeytin budamada kullanıldığı, son yıllarda ise bunun Mustafa Gabardi’nin evinde bulunamadığı bilgime getirilmiştir.
Nesrin Bacavuz’un anlattığına göre o sıralarda Fatma Alibaba’nın ninesi, düşen uçağın küçük parçalarından bir tespih bile yapmış ve uzun yıllar yanından hiç eksik etmemiş. Hatta, uçağın küçük parçalarını kız çocukları kolye, paraşütün kumaşından gömlek ile başlarına çember, iplerindense ayakkabılarına bağ yapmışlar.
SÜRECEK