1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Hannah Arendt ve Kötülüğün Sıradanlığı
Hannah Arendt ve Kötülüğün Sıradanlığı

Hannah Arendt ve Kötülüğün Sıradanlığı

Arendt’e göre Eichmann davasında herkes karşısında Yahudiler’den nefret eden, sapık ve sadist, hasta ruhlu, kötü mü kötü bir cani görmeyi bekliyordu

A+A-

Umut Bozkurt
[email protected]

 

UNDP’nin geçtiğimiz hafta düzenlediği kadın filmleri festivalinde çok güzel filmler izledim. İzlediklerim arasında bende en fazla iz bırakan, yirminci yüzyılın en önemli siyaset felsefecilerinden Hannah Arendt’in hayatını konu alan Hannah Arendt adlı film oldu. Film sayesinde uzun zamandır üzerinde düşünmediğim konular hakkında yeniden düşünmek fırsatını buldum. Filmin konu aldığı meselelelerin, özellikle tüm dünyada otoriter yönetimlerin yükselişe geçtiği içinden geçtiğimiz döneme dair de ufuk açıcı tespitler içerdiğini düşünüyorum.

1906 yılında Almanya’da doğan Hannah Arendt, öldüğü 1975 yılına dek üzerinde çok tartışılan ve kamusal tartışmaları dönüştürmekte etkili olan çalışmalar üretti. Arendt daha 18 yaşındayken yirminci yüzyılın en özgün ve önemli felsefecilerinden Martin Heidegger’den felsefe eğitimi almaya başladı. İkilinin arasında başlayacak olan tutkulu aşk bir yandan Arendt’in ufkunu genişletmesine, düşünce dünyasını alabildiğine geliştirmesine yol açacaktır. Öte yandan, Heidegger’in daha sonra Nazi Partisine katılması ve aktif bir destekçisi olması ileride Arendt’i sürekli suçlamak için kullanılacak argümanlardan birisi haline gelecektir.

Arendt yirmili yaşlarının başında felsefeci ve psikiyatr Karl Jaspers’in danışmanlığında doktora tezini tamamladı. Heidegger’in yanı sıra Edmund Husserl, Rudolf Bultmann gibi önemli hocalardan felsefe, ilahiyat ve Yunanca dersleri aldı. Frankfurt Okulu’nun önemli düşünürlerinden Walter Benjamin yakın dostlarından birisi oldu.

Arendt’in Almanya’da başlayan entelektüel hayatı,  Nazilerin başa gelmesiyle altüst olacaktır. Yahudi kökenli Arendt 1933 yılında Almanya’dan ayrılarak önce Çekoslovakya, İsviçre ve Fransa’ya, ardından 1941 yılında ABD’ye gitti. ABD’deki ilk yıllarında iş bulmakta hayli zorlansa da 1959’da tam kadrolu ilk kadın profesör oldu ve ABD’nin California, Chicago, Columbia, Northwestern, Cornell gibi prestijli üniversitelerde verdiği derslerle seçkin bir akademik kariyere sahip oldu. Arendt bugün Totalitarizm’in Kaynakları, İnsanlık Durumu, Geçmişle Gelecek Arasında, Şiddet Üzerine, Devrim Üzerine gibi eserleriyle biliniyor.

Film, Arendt’in bir başka önemli eseri olan Eichmann Kudüs’te, Kötülüğün Sıradanlığı’nı yazdığı dönemde yaşadıklarına odaklanıyor. Bir SS subayı olan Adolf Eichmann, Gestapo şefi Reinhard Heydrich’in emri altında Yahudilerin Doğu Avrupa’daki toplama kamplarına gönderilmesinden sorumluydu. Bu “nihai çözüm” kapsamında öldürülen Yahudilerin sayısının altı milyon civarında olduğu biliniyor. Eichmann 1960 yılında İsrail istihbarat servisi Mossad tarafından Arjantin’de gayrı yasal bir şekilde yakalanmış ve İsrail’de bir mahkemede yargılanmıştır. Savaş suçlarından hüküm giyen Eichmann idama mahkum edilmiş, cezası 1962 yılında infaz edilmiştir.

1961-62 yıllarında The New Yorker dergisi için bu davayı takip eden Arendt, davayla ilgili yazdığı makaleleri önce bu dergide, ardından da 1963 yılında Eichmann Kudüs’te kitabında yayınladı. Arendt’in bu kitaptaki temel argümanları hayli tartışma yaratmış ve belli çevrelerin eleştiri oklarını üstüne çekmiştir.

Peki Eichmann Kudüs’te çalışmasını bu kadar tartışmalı kılan nedir? Arendt’e göre Eichmann davasında herkes karşısında Yahudiler’den nefret eden, sapık ve sadist, hasta ruhlu, kötü mü kötü bir cani görmeyi bekliyordu; oysa Arendt’in temel tezi Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann’ın psikopat, sadist bir canavardan ziyade korkutucu derecede sıradan, hatta fazlasıyla sıkıcı bir bürokrattan başka bir şey olmadığıydı. İsrail hükümeti Eichmann’i muayene etmesi için bir grup psikiyatrist ve psikoloğu görevlendirmişti. Yapılan tetkikler sonunda Eichmann’in hiçbir psikolojik sorunu olmadığı görüldü. Eichmann, ailesi, arkadaşları ve tanıdıkları tarafından sevilen, cana yakın ve kibar bir insandı. 

Eichmann özel bir yeteneği olmayan, pazarlamacılık kariyerinde başarılı olamayan ve hayatı Nazi Partisine katılıncaya dek pek de hayırlı bir yere gitmeyen bir “hiçkimseydi” Arendt’e göre. Eichmann’ın en önemli özelliği yüzeyselliğin ötesine geçememesi ve derin düşünememesiydi. Arendt Eichmann’ın Nazi yönetiminin vurgu yaptığı ırksal hiyerarşi ya da Yahudi karşıtlığı konusunda çok da derin bilgi sahibi olmadığını ve üstleri öyle emrettiği için bu fikirleri sorgulamadan kabul ettiği tespitini yapıyordu. Eichmann o dönemde Nuremberg mahkemesinde yargılanan çoğu Nazi gibi kendisini “ben sadece emirlere itaat ediyordum” şeklinde savunmuştu. O anlamda yaptığı tüm eylemleri “yasal” eylemlerdi ve gayrı yasal olmayan eylemleri için suçlanamazdı.

Arendt, Eichmann’ın emirlere itaat etmeyi tercih ederek düşünme ve muhakeme yetkisini kaybetmiş olmasıyla birlikte kötülüğün sıradanlaştığına vurgu yapmıştır. Arendt’e göre meselenin en ürkünç tarafı, Eichmann gibi bir “hiçkimse”nin böyle bir kötülük yapabilme kapasitesidir. Bu, kişiliğini ve düşünme yetisini teslim eden herhangi birisinin böyle kötü eylemler yapabileceğine işaret eder. Dolayısıyla Arendt’e göre asıl sorun Eichmann gibi ne sapık ne de sadist onlarca dehşet verici derecede normal insanın olmasından kaynaklanıyordu.

Arendt’e göre, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan kabusun altında yatan o ya da bu kişinin kötü olması değil, kurbanların ve mağdurların tüm güçleriyle bu sisteme direnmekte ısrar etmemeleriydi. Arendt’in yapmış olduğu çarpıcı tespitlerden birisi de Nazilerin işgal ettiği pek çok ülkede yerel Yahudi otoritelerinin (Judenrat) Nazilere Yahudilerin mal varlıklarını tasfiye etmek ve Yahudileri ölüm kamplarına göndermek konusunda yardım etmiş olduklarıdır. Yahudi otoritelerinin bu eylemleriyle Yahudilerin toplu ölümüne yol açacaklarını bilip bilmedikleri belirsiz olsa da, pek çok belge Judenrat’ın Avrupalı Yahudilerin kıyımına yardımcı olduğunu gösteriyor. Arendt, Judenrat’ı suçlayıcı bir pozisyon içine girmemişti, çünkü ağır baskı altında olduklarını teslim ediyordu ancak bu tespiti yapmış olması bile onun Yahudi otoritelerine yeterince sempati duymadığı ve suçun esas faili olan Nazileri değil onları eleştirdiği suçlamasını getirmişti. Filmde de görüldüğü üzere Arendt bu dönemde birçok yakının da eleştirilerine maruz kaldı ve en yakın dostlarıyla arası açıldı.

Belirtilmesi gerekir ki Arendt, böylesi totaliter bir rejimde bile insanın muhakeme yeteneklerini kullanarak ve vicdanına kulak vererek farklı bir seçim yapabilmesinin mümkün olduğunu söyler. Arendt Nazi işgali sırasında her ülkenin “Yahudi sorunu”yla nasıl başettiği konusundaki analizinde önemli bir noktaya dikkat çeker. Danimarka Naziler tarafından işgal edilmiş olmasına karşın, Yahudilerin insan hak ihlallerine yol açacak talimatlara direnir. Bu dönemde Danimarka yönetiminin Yahudileri sınır dışı etmek talimatlarına uymadığı, Danimarkalı sivillerin Yahudileri evlerinde sakladığı ve işgal altında olmayan ve Yahudilere kucak açan İsveç’e gitmeleri için gereken harcamaları yaptığı gözlemlenmiştir. En sonunda “Yahudilerden temizlenmiş bir Danimarka” yaratmak görevinden sorumlu SS subayı Danimarka halkının itaatkar olmadığı tespitini yapmış ve yenilgiyi kabullenmiştir.

Arendt, arafta olan entelektüel tavrını tüm hayatı boyunca sürdürdü, bunun için bedeller ödedi. Sadece Nazi yönetimine değil İsrail devletine karşı da takınmış olduğu eleştirel tutumu yüzünden hayli eleştirildi. Bizatihi Eichmann’ı fazlasıyla sıradan bir bürokrat olarak tanımlaması İsrail hükümetinin onu kötücül doğasından ötürü kötücül eylemler gerçekleştiren bir canavar olarak tanımlamasıyla çelişiyordu. Arendt sadece İsrail hükümetinin Eichmann’ı tanımlamasına değil davanın yürütülme biçimine de eleştirilerini dile getirmişti. Adaletin tecelli ettiği izlenimi yaratılmaya çalışılırken aslında davanın sonucunun daha en baştan belirlenmiş olduğunu, yargılama sürecinin göstermelik, yarım yamalak ve formalite icabı yapıldığının altını çizdi. Duruşmalar sırasında Eichmann’la doğrudan bir ilişkisi olmayan ve çoğu Eichmann’ı tanımayan Holokost (soykırım) kurbanları tanık olarak dinlenmişti. Aslında yargılanan Eichmann değil ama Üçüncü Reich’in eylemleri neticesinde Yahudilerin topluca imha edilmesiydi.

Arendt’in yapmış olduğu kötülüğün sıradanlığı tespiti, otoriter ve faşizan yönetimlerin yükselişe geçtiği günümüz siyasetine de ışık tutuyor. Korkutucu olan, tıpkı İkinci Dünya Savaşında olduğu gibi bugün de ailesi, arkadaşları tarafından sevilen iyi aile babalarının, sevimli teyzeler ve amcaların, vefakâr annelerin bir üst otoritenin verdiği kararları sorgusuz sualsiz kabul etmesiyle kötülüğün sıradanlaşmasıdır. Eichmann gibi ne sapık ne de sadist olan milyonlarca sıradan insan düşünme ve muhakeme yetilerini kaybettikleri için, vicdanlarına kulak veremedikleri için, tüm dünyada yükselen otoriter baskı rejimlerinin ya bir parçası haline geliyorlar, ya da bu rejimlerin baskısı altında, yeterince direnemeyen, ortak hareket edemeyen özneler haline dönüşüyorlar. İktidarı eleştirdiği için komşusunu ifşa eden mahalle bakkalı, bir bildiriye imza attığı için öğretim üyelerini işten atan üniversite rektörü, ya da ülkelerine gelen Suriyelileri ırkçı tepkilerle karşılayan ve onlara “niye ülkenizde savaşmıyorsunuz?” diye ders veren insanların hepsi aslında korkutucu derecede sıradan insanlar ve her yerdeler. Ancak yine de Arendt bize böylesine bir dönemde bile enseyi karartmamamız gerektiğini söyler. Zira baskı rejimlerinde bile insanın muhakeme yeteneklerini kullanarak ve direnerek farklı bir tercih yapması için bir manevra alanı vardır. Önemli olan zor zamanlarda insanın seçme özgürlüğünü kullanması, biat etmektense özgürlükçü, eşitlikçi bir dünyanın önündeki engellerin kaldırılması için hem bir birey olarak, hem de kollektif düzeyde mücadelesini sürdürebilmesidir...

 

Bu haber toplam 36255 defa okunmuştur
Gaile 413. Sayısı

Gaile 413. Sayısı