1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Hasan En Büyük Zaafımdı”
“Hasan En Büyük Zaafımdı”

“Hasan En Büyük Zaafımdı”

“Hasan En Büyük Zaafımdı”

A+A-

Tayfun Çağra

Işın Ramadan Cemil 15 yıl önce 18 Nisan’da kaybettiği kardeşi Hasan Ramadan Cemil’i anlattı bize… Ramadan Cemil İşletmeleri’nin yöneticileri… İş adamı Hasan R. Cemil’den sonra işkadını Işın R. Cemil.  Işın hanım kardeşini anlatırken O’ndan ‘insan’ olarak sözediyor. O’nu anlatırken geçmiş zaman olarak bahsetmiyor, O’ndan bu hayattan gitmiş olarak söz edemiyor. Henüz birlikteymişler gibi ama O’na ihtiyaç duyulduğunda büyük bir acı çekildiği de belli oluyor. Sohbetimiz sırasında zaman zaman gözleri doluyor Işın hanımın, zaman zaman dökülen gözyaşlarına engel olamıyor. Çünkü “Hasan benim en büyük zaafımdı” diyor.
Işın Ramadan Cemil, kardeşi Hasan, insan Hasan, işadamı Hasan ve aile içindeki Hasan hakkında sorularımızı yanıtladı;

Önce Hasan Ramadan Cemil’i bir tanıyalım… Ailede doğumdan başlayarak sohbete devam edelim…
Önce Ayşen ablam, sonra ben, sonra da Hasan doğdu. Yaş farkımız çok değildi ama yine de O, her zaman erkek olmasının ve sarışınlığının zaferini aile içinde tatmıştır. Evde üçümüzü de büyüten kişiler vardı. Bizi büyütenlerin de üstünde olan Berkiye hanıma ‘aba’ derdik. Berkiye hanımla Hasan’ın çok özel bir ilişkisi vardı ve ablaları olarak biz bunu kabul etmiştik. Hasan, Berkiye hanımı annesi sanıyordu. Onun dışında Salih Rifat bey ve Ziya Gökalp bey de bize çok emeği geçmiş kişilerdir, hiç unutamam. Onlar da bizim yarı babalarımız gibiydi, böyle güzel bir aile ortamında büyüdük.

Büyüme süreci nasıldı?
Sanatla da iç içeydik. Ben piyano, Hasan keman çalıyordu. Bir sabah Hasan kalktı, ben keman bilmiyorum, keman çalmayacağım dedi, keman derslerine gitmemek ve çalmamak kararını aldı. Öyle enteresan bir çocuktu.

Keman çalmayı reddetti yani…
Reddetti ama klasik müziği hep sevdi ama kendi çalmayacak, performans yapmayacaktı. Ama resmi çok seviyordu, özelikle kara kalemleri meşhurdu. Üniversite yıllarında farklı yüz ifadeleri olan kişilerin resmini üç günde çizmişti, herkes onu görmek için geliyordu.

“HASAN EN BÜYÜK ZAAFIMDI”

Aile içindeki ilişkileri nasıldı? Nasıl bir çocuk, nasıl bir kardeşti?
Ablam piyano çalıp, şiir yazan bir kişilikti. Ben daha aktif, hareketli, en yaramaz bendim herhalde… Hasan erkek olarak daha sakindi, oturur tahtalardan masa, sandalye yapar bize bir kuruşa satardı. Tüccar olacağı o zamandan belliydi. (Gülüyor). Minik karpuzlar yetiştirirdi evin terasında ve yine bize iki kuruşa satardı ama hep vericiydi aslında… Ben daha maceraperesttim, onu da elinden tutup okula giderdik. Hayatta en büyük zaafım Hasan olmuştur. İki çocuk annesi ve iki torun sahibi olarak diyebilirim ki çocuklarımdan hiç ayıramayacağım kadar çok sevdiğim bir insan. O bile ona olan zaafımı tarif edemez. Ne istediyse yapmaya çalıştım, hep arkasında durdum. Onun da çok verici tarafları oldu. Ayrılmaz ikili gibiydik.

Çocuk Hasan’ın o yıllardan iş adamı Hasan Bey’e kadarki dönemini anlatır mısınız?
Çocukluğumuz bizim aile içerisinde ablamı kaybedene kadardı. Ondan sonra olgun olma gibi bir durumumuz oldu. Hasan 11 yaşında idi, ben de 14 falandım. Ayşen’i kaybettik, bir sene sonra da annem ikimizi birden İstanbul’a tahsile göndermeye karar verdi büyük bir irade ile… İkimiz birden yola çıktık. Götürüldük okula bırakıldık.

Aynı okulda mıydınız ikiniz de?
Hayır o karşıda Kadıköy’de idi İstanbul’da, ben yatılı Arnavutköy’de Robert Kolej’de idim. Hafta sonları ise meşhur Taksim’deki Pamuk Eczanesi vardı, herkesin buluşma yeri idi orası. Elinde bir şemsiye, gayet resmi pardesülü beni beklerken bulurdum kendisini çoğu zaman. O zaman vapurla karşıya geçip, o zamanki Emek Sinemasına, tiyatroya hep o İstanbul’un entelektüel havası içerisinde birlikte böyle sanatsal etkinliklere giderdik. Onun arkadaşları da gelirdi zaman zaman benim arkadaşlarım da gelirdi, hep birlikte dolaşırdık. Hala onu çok iyi hatırlayıp seviyor İstanbul’dakiler. Öyle bir 5 yıl geçirdik.

“EVİN ADRESİNİ BİLMİYOR”

Küçük yaşta iken aslında erken büyümek zorunda kaldınız İstanbul’a giderken…
Evet evet. Beyrut üstünden gidip geliyorduk, direkt uçuşlar yoktu. O denli zor, telefon bile yok, telefon bir tek reverse şarjlıydı. Aradık, bağlarlardı… Sizlere de bağlanacak diyorlardı bizlere de… Banka yok, banka kartı yok, hiçbir şey yok. Üç ayda bir gidip gelirseniz çok mutlusunuz, hatta bir defasında bir mektup yazmıştı annem işte “Hasan’dan hiç haber alamıyoruz” falan diye yakınmıştı. Ben de Hasan’a, yazsana annemlere bir mektup meraktan ölüyorlar demiştim. O da bana cevaben, ben hiç eve mektup yazmadım ki adresi bilmiyorum demişti. Öyle bir adam işte. Tipik Hasan yani. Yazmadı, sonuçta yine benden haber aldılar. Ama hep böyle çok sevilmişti İstanbul’daki okulunda da… Yaramazlıkları, haylazlıkları da söylenir ama... Sonra da ben okulu  bitirince, Grayzon’e hukuk okumaya giderken yarı yolda siyasala girmeye karar verip siyasala girdim. Arkadan baktım ki siyasal lafı edilmeye başlandı onun tarafından da, bir yıl sonra o da siyasala geldi Ankara’ya… Dolayısı ile ikimizin bir evi oldu.  Tabii orda benim notlarımdan çalışarak geçtiği için onun da hayatı rahat oldu. Öylece siyasalı bitirdik. Ben bitirdim Paris’e gittim, onun daha bir senesi vardı bitirmek için... Tam işte 74’ün içerisinde bitirdi Hasan, yani Temmuz’dan sonra bitirdi. Ben tatile döndüm Ankara’ya, annem babam da gelmişti ve bu şekilde biz orada buluştuk ve evsiz olduğumuzu anladık. Orda evsiz kaldık artık. Burada değildik. Birer bavul ve  2 lüks araba ile Ankara’da kaldık. Karadeniz seyahatine çıkmak üzere gelmişti annemler. Bu şekilde o da geçti. Çıktık ve geldik buraya... Önce birkaç ahbapta kaldık sonra bir İngiliz’in dairesini kiraladı babam, orda bir müddet kalmaya başladık ve sonra da şimdi kaldığımız evin sahibi babamı görmüş, o daha terk etmemişti burayı teklif etti babama, bunun üzerine gideceğini söyledi, anahtarları bıraktı, babam katiyen girmek istemedi. “Benim evim bu değil” diyerek girmemek için diretti, fakat sonunda polis komutanı geldi babamı ikna etti, buna da girmezseniz başkası girer dedi; çünkü başka yer de kalmamıştı Girne’de. “Yapacağımız bir şey yok” dedi babama, “sonra hep kirada kalırsınız bu eve de girmezseniz.” 
Sonunda da girdik. Ama babam o evde beş ay yaşadı, fakat çok yeni olarak belediye karşısındaki yerimizde bir iş başlatmıştı, Tuborg biraları üzerine, bir de Dome Otel’in karşısında Ersin Aydın Sokak’taki bir Yahudiden Canan Müftüzade ile birlikte bir emlak acenteliği satın aldılar.

Sonra babanızın ölümü…
Babamı 1976 Ocak’ta kaybettik, 1976 Ocak’ta  işte ikimiz de yaşlandık. Ben bu arada Dışişleri Bakanlığına girdim memur olarak, Hasan da babamın vefatından bir hafta önce Tuborg işinin nasıl olduğunu öğrenmeye başlamıştı çünkü babam kendisi daha çok Emlak acenteliğinde Cemal Beyle olacağın söylemişti. Yani çok ufak bir başlangıç vardı, o Hasan’a tabii ışık tuttu ve babamı kaybettikten sonra iş dünyasının içerisinde buldu kendini, yapacağı bir şey yoktu zaten. 21 yaşında aile reisi oldu dediğim gibi.

“YAŞAMAYI REDDETTİ”

Babanız için beş ay o evde çok kısa bir süre, neydi sorun? Hasta mıydı?
Yok değildi; ani kalpten gitti. Bence yaşamayı reddetti. Kimseye Allaha şükür bir ihtiyacı yoktu, hayatında kimselere bir şeyler için asla yalvarmamıştır. Bilakis bu iskan meselesi üzerine de çok güzel bir rapor yazmıştı. Her çeşit toplumu az çok biliyordu, nasıl nerelerden geçtiklerini 2. Dünya Savaşı’ndan sonra... Kendisi de genç olarak hayata atılmıştı. Çok önerileri de oldu. Zarar Görmüş Güneyliler Cemiyetini kurdu bu arada. Şimdi Hasan’ı anlatırken Ramadan Beye geçmiş olduk bu arada. Fakat babama bence şey çok zor gelmişti. İşte elinde bir kağıt kapı kapı gezip “bize de bir ev verin”, işte “2 tane sandalyemiz eksik” gibi çok zor geldi. Çok kırıcı geldi. Tabii harp olduğu için de kendini sevdiği veya verebileceği kadar başkalarının veremeyeceği durumları da gördü.  Birazcık da kırgındı. Yapamadı yani, kendine yakıştıramadı ve gitmek istedi. Kalpten gitti babam bir akşam, ben de ordaydım. Çok acı oldu gidişi ama öyle olunca biz mecburen daha da büyüdük, yaşlandık.

Zaten İstanbul’da büyümüştünüz bir anlamda…
Evet orda büyümüştük evet de bu başka bir şey ve o zaman işte çok baş başa verdik ve ben Dışişlerinde her şeyimi ona göre, mesela seçmeli derslerimi ona göre almışım, Paris’ime gitmişim, şunu yapmışım, bunu yapmışım. Zamanın Müsteşarı İsmail Bey geldi ve dedi ki, “seni Girne’de bekleyen bir çocuk var gidip ona yardım etmen lazım Işın, arşivlerde burada bulunacak insan bulunur ama orada yok. Bu aileye arka çıkman lazım.”  Ve cidden söylüyorum, o gün geldim Hasan da elinde o zaman James Bond çantaları vardı, onun da elinde deri bir çantası vardı geldi bir öğlen siesta vakti ve attı çantayı, odasına girdi kapıyı vurdu. “Ne oldu” dedik, İş Bankası’na gitmişler ve kredi istemişler karşılığında ipotek istendi, bizim hiçbir şeyimiz yok. “Ben daha çok yalvaracak değilim kimseye. Yapamıyorum, yapamıyorum” diye isyan etti. Sabaha kadar uyumadım, sabah geldim ofise hiç unutmam Ekim sonu idi, doğum günüm,  orda Filiz Altan. “Bana bir istifa mektubu yazın” dedim. “Anlamadım” dedi, “kimin için?” “Kendim için” dedim. Olamaz da, olur da; Osman Örek Bey geldi. “Söz konusu değil” dedi, şu dedi bu dedi bakan olarak. “Efendim, yapacak bir şey yok lütfen.” Direndi Osman bey ama birkaç hafta sonra kabul ettiler. 3 Ekim’de ayrıldım. Resmi istifamı kabul ettiler.

“RİSK ALIRDI”

3 Ekim; hangi yıl?
19 76, döndüm geldim. Tabii Hasan aslında hem üzüldü, hem de mutlu oldu çünkü birlikte artık bir mücadele başladı. İş bölümü yaptık. Kimseler yok bu arada, herkes göçmen, bir savaş hali, fakat yaratıcılığı belliydi, çok daha fazla risk alabiliyordu, hatta bazen beni korkutmak için, “bu gece bir karar alıyorum yarına ya bir şeylerimiz olur, ya da hiçbir şeyimiz olmaz” derdi. Yapma falan derdim, korkutuyordu beni, o gene alırdı o kararları.

Sonra nasıl gelişti işiniz?
En sonunda nasıl daha da gelişti iş hayatı, Teachers’ın yöneticisi Ali Dana Bey’in ofisinde işi varmış oraya geldi ve markanın bölge sorumlusu ve hissedarlarındandı. Ali bey bizi tanıştırdı. “İsterseniz çok isteklisi var, millet sıraya girdi ama siz de Teachers’a talip olun” falan… Babamın da en sevdiği tek içki Teachers Wisky.  Adamı davet ettik Girne’ye. O zamanın tek güzel balık restoranı Altınkaya, annem ilk defa o gece babamın ölümünden sonra bizle ilk kez yemeğe çıktı. Hep birlikte gittik. Yemekte hiçbir şey konuşmadık. Balıktı, çıkarma plajıydı anlattık.  İş hiç konuşulmadı. Ayrılırken adam dedi ki; “biliyor musunuz Teachers’i siz aldınız.” Esas böyle başladı Hasan’ın ticari hayatı.

Hangi yıldı?
1977 başı diyelim, kışa girmiştik yani. O şekilde hayat başladı. Büyük bir mücadele tabii… Lüks arabasının arkasında Kale’deki etkinliğe Tuborg  birası götürüyordu. Ben de yanında olurdum çoğu zaman.

Personel de yoktu o zaman…
Evet çok az, bir tane iki tane. Ziya bey de vardı, biz onu hiç bırakmadık. O da bizi son gününe kadar. Salih Bey, birkaç kişi, bir eski van bulundu yavaş yavaş bir şeyler oldu, geliştirmeye başladı böylece. Ama ticari kafası çok gelişmişti. Sonradan da bir çocukluk arkadaşı olan Norman Şeli diye bir İngiliz arkadaş o da devreye girdi. Birlikte bir şeyler yapmaya başladılar. Tabii bu da onun için bir artı idi. İngiltere’ye gönderecek bir adamı oldu. O biraz daha eli sıkı, Hasan eli açıktı. O, “Hasan sen söyle ben yapayım, sen ye ben bakayım” dedi, yavaş yavaş ortaklıkları büyüdü sonra yıllarca bu böyle gitti. 80’li yıllarda İstanbul’a geçmeye başladı. Evrensel Pazarlamayı orda kurdu. Hakikaten orası o dönemdeki Türkiye için bir okul gibi oldu. Yani inanılmaz bir Avrupai bir hava vardı orda. Bir de hep İngilizce konuşulduğu ve İngiltere ya da Amerika ile çalışıldığı için oradan okul İngilizcesini ticari İngilizceye çevirmekte ve kazanmakta bir yuva oldu çoğu için. Çok meşhurdu Evrensel Pazarlama, topa doğru gidiyordu, sonra da Prasay diye bir endüstriyel temizlik malzemeleri açıldı. O da devam ediyordu. Ama maalesef Hasan’ı çok genç kaybettik.

“O KADAR DA SEVME!”

Hangi yıldı?
İşte 15 yıl önce 18 Nisan 1999, yıkım oldu bizim için. Babamı kaybetmek benim için çok üzücü olmuştu ama nedense Hasan vardı yanımda diye, daha da gençtik falan ama Hasan’ın kaybından sonra kendimi çok yalnız hissettim. Çünkü Taner vardı, Taner Garip o da halamın oğlu o da bir şirkette idi, Hasan’dan az bir zaman önce de onu kaybetmiştik. Avukatımız Ali Dana Bey vardı, en azından bir beyin olarak bana yardımcıydı. Çok da yakınımız, öz amcamız gibi sevdiğimiz, onu da kaybettik mi! Arka arkaya çok fazla gelmişti bana, çok kötü olmuştu.
Hasan’ı mı anlatıyoruz beni mi biraz karıştı ama benim için entelektüel bir kayıptır, sevgi kaybıdır, insani bir kayıptır. Öylesine insan ve memleket sevgisi ile dolu bir kalbi vardı, o yüzden hep kırıktı. Çünkü o kadar çok seviyordu ki, sevginin karşılığını alamamanın kırıklığı. Bazen diyordum ki ona, “bu kadar çok sevme sen de”. Takdir ediyorum tabii içimden o kadar büyük sevgi dolu kalbini, vericiliğini ama “o kadar da sevme derdim” bazen, “bak kırılıyorsun işte.” “Anlamıyorsun” derdi. Çok güzel bir diyaloğumuz vardı. O yalnızlığı yaşamak çok ağır geldi bana, kardeşim kadar yakın arkadaşlarım, işletmelerde çalışan aileye, Hasan’a ve bana bağlı kişiler olmasına rağmen Hasan’ın boşluğunu doldurmak kolay değildi.

Nasıl bir insan olduğunu soracaktım ben de...
Esprili, Kıbrıs sevgisi ile dolu, Kıbrıs fıkralarını öyle bir anlatırdı ki Türkiye’de efsane gibi; fakat hiçbir zaman aşağılamadan, o Kıbrıslılığı onun için çok önemli idi. Hepimiz için öyle ya; Yani büyük bir aşkla bağlılık Kıbrıs’a. Tabii ki buradan daha gelişmiş yerleri takdir etmemek gibi bir durum da olamaz ama o sevgi hep içinde kaldı. İşte Piskobu daha da önemli, Mandriga daha güzel. Ahmet dayısı da, Becerikli ile olan aşkı başka. Biz Londra’da Hasan’ı kaybettiğimizde gelen telefonları görseniz Cumhurbaşkanından mı geliyor, dansöz Ayşe’den mi geliyor, darbukacı Altıparmak’tan mı geliyor. Hepsi birden geldi.

ÜSTTE KRAVAT, ALTTA SANDALET

Toplumun her kesiminden bir sevgi yani…
İnanılmaz derecede, hele de kendisine ihtiyacı olduğunu hissettiği kişilere; herkesi koruyacak, kollayacak, verecek, edecek, hiç gösteriş yanından değil.
Düşünebiliyor musunuz hiç umurunda değildi. Kravat da takar adam, ceket de giyer de ama bu arada sandaleti iple bağlayıp oturduğunu biliyorum ben Liman’da. “Ben seviyorum sandaletlerimi sana ne” diyordu. “Niye baktın” diyor, “beğenmedin” diyor; “yok beğendim” diyorum. Böyle de komplekssiz bir insandı. O limana olan aşkı gene bir başka. İşte gidip çiçek ektik limana olmadı, perde diktik olmadı, en son büyük aşkı Carop’tu, Kıbrısı orda yaşatacak, kapıların mandallarını bile Kıbrıs’a özel köy mandalı olacak, Zeki Taşçı gider getirir, “Hasan benzedi mi?” hayır işte “kapıda da muhtarların evi gibi taş da olacak, şu da olacak, bu da olacak” ikimizin çok büyük bir emeğimiz geçti o binada. Ve şu anda kirada tabii. Hepsini yürütmek mümkün değil.
Hasan’ın esprileri, kısa yoldan kendini ifade edebilme yeteneği çok meşhurdu. Başka bir hatırası var; korkunç bir matematik kafası vardı. Korkarlardı da bundan, “şimdi bir şeyler söyler kala kalırız” diye... Otomatik liderdi, değişik bir adamdı. “Ben liderim” demezdi ama hissederdiniz onun lider olduğunu. Öylece oturur sade; ansızın bir laf eder bütün masa yerlerde. O İstanbul esprisini de iyi kapmıştı. Karikatürü de iyi çizerdi zaten.
Siyasal Bilgilerde iken bazı günler okula gitmezdi nasılsa benim notlarım var diyerekten, ya da çok az gidiyor. Bir defasında gitmiş oturdu “siz bu sınıftan mısınız” diye sordu profesör, “evet efendim” dedi. “Bu anlatacağım problemi siz nasıl çözersiniz” dedi profesör...  Bizimki terbiyeli, kibardı da; kalkmış kendine göre sağdan girdi soldan girdi ve çözüme ulaştı. Adam tahtaya bakıyor ve zil çaldı. Bunlar çıktılar; Hasan’ı ara bulasın. Atila diye bir arkadaşı vardı 3 ay yalvardı. “Adam seni bekliyor, nasıl çözdün problemi bilmek istiyor” dedi. “Ne bileyim ben nasıl çözdüm, çözdüm işte. Kendi de uğraşsın çözsün; profesör olmuş adam, bana ne!” diyor bizimki. Böyle de bir adam.
Çok sevecen, şeytan tüyü olan bir adam. Dedim ya yeri çok zor dolduruluyor benim için, annem için ayrı zor, arkadaşları için ayrı zor… Ve hem güçlü bir lider ama onun kadar da bir çocuk. Herkes ona Hasancığım diyebiliyor.

Son eklemek istediğiniz neler var Işın hanım…
Hasan gibilerin hem artmasını hem de hatırlanmasını istiyorum. Biz değerlerimizi kaybetmeye başladık, Hasanlar kolay gelmiyor. Para kazanmak için çalışmıyor, paylaşmak için çalışıyor. Bu değerler hatırlanmalı ve bizden sonraki nesillere aktarılmalı… Ben her zaman Kıbrıslı Türk olmakla gurur duydum. Elbette ki dünyanın olumlu değerlerini de almalı, kullanmalı ama kültürümüzü, değerlerimizi de kaybetmemeliyiz. Kıbrıslılığımızı unutmadan dünyayla bütünleşmek çok önemli.

Bu haber toplam 5394 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 154. Sayısı

Adres Kıbrıs 154. Sayısı