Hasan Yıkıcı: Bu bir seçim yazısı değildir
Hasan Yıkıcı
Henüz daha bir öncekinin yeni atlatılmış olmasından mı, toplumsal bir kurum olarak siyasete yabancılaşmaktan mı, yoksa kurumların yozlaşmasından mı bilinmez, yerel seçimlere dair toplumsal bir heyecan ve motivasyon oluşmuş değil. Fakat şu anki noktaya kadar süreçle ilgili beli başlı gözlemlerde bulunmak mümkün. Bu, sadece partilerin durumuyla değil, aynı zamanda toplumsal halet-i ruhiye ile de olacaktır.
Malum, hükümet güçlerinin ittifak arayışları ve muhalefetin seçim iştahı ile başlayan süreç günün sonunda yine alışık olduğumuz bir manzarayla sonuçlandı: parti içi iktidar savaşları, hırs, intikam, entrika ve dedikodu. Uzun uzun bunları yazmaya gerek yok, ne de olsa hemen hemen her şey gözlerimizin önünde gerçekleşti. Fakat buradan çıkartacağımız sonuç açık ve seçik bir şekilde kendisini göstermektedir: Seçim süreci hem bireylerde hem de kurumsal olarak partilerde en basit ve ifade edilebilir anlamıyla, kederli ve kötü duyguların yüzeye çıkmasını sağladı. Bazı noktalarda seçimi kazanabilmek adına, bazı noktalarda seçimi başkasına kazandırmamak adına çeşitli Makyavelci motivasyonlar kendisini belli etti.
Seçim sürecinin bir diğer açığa çıkarttığı mevzu ise, tüm bu kederli ve kötü duyguların bireyler-kişiler üzerinden dönmüş ve dönüyor olması. Kişi aday olurken masanın üzerine görüşlerini, düşüncelerini, değerlerini veya bir diğerinden farkını değil; kendi ‘kutsal’ ben’i seriyor. Dolayısıyla siyasal tartışmaların yerini –veya siyasallaşmanın yerini- çürümüş feodal ilişkilerin kahredici gürültüsü, hem içerdeki hem de dışardaki ‘öteki’ne karşı hınç, kahvehane-meyhane dedikoduları ve hangi adayın hangi manevrayı yapacağına dair maç tahminlerini andıran ‘ufuk açıcı’ laf kalabalıkları alıyor. Demokrat, solcu veya eşitlikçi değerleri benimsediğini iddia eden kişiler, ekolojik yıkıma, anti-militarist mücadelelere veya hak arayışlarına dair motivasyonlar geliştirmezken, partilerde aday olan kişilerin çekişmelerinden çok daha fazla heyecan duyabiliyor. Böylece kötü ve kederli duyguların sadece makyevelci siyasiler tarafından değil, aynı zamanda onların çevresinde toplanan bireyler, olayların gelişimini haberlerden takip eden izlerkitle tarafından da tekrar ve tekrar üretildiğini de görebiliyoruz. Bu kitle, her ne kadar süreçten rahatsızmış gibi gözükse ve eleştirse de aynı zamanda yaşananlardan haz duymakta ve çekişmeli bir karşılaşmanın devamını merak ettiği gibi makyavelci süreçlerin de devamını merak etmektedir. Kısacası rahatsız olduğu sürece dahil olarak bir parçası haline gelmekte.
Üçüncü meseleye gelecek olursak, genellikle bu ve buna benzer deneyimler yorumlanırken üzerine yüklenilen kesim kurumlar ve o kurumların temsilcileri olur. Fakat meselenin çok daha kapsamlı ve toplumsal-bireysel varoluşumuza içkin olduğunu düşünmekteyim. Yukarıda bahsedilen kötü ve kederli duyguların partiler, kurumlar ve yapılar gibi bir merkezi yoktur. Bunlar aynı zamanda bire bir insan ilişkilerinde gelişen, bireylerin gündelik yaşantı içindeki karşılaşmalarında büyüyebilen ve yayılabilen davranış biçimleridir. Eğer bir siyasal partide bir iktidar savaşı ve entrikalar girdabı olabiliyorsa, bu bireyler-toplumlar üstü bir hadise değil, tam tersi bireylerin ve içinde yaşanılan toplumun varoluşlarına dahil, içkin olaylardır. Bireyler nasıl ki faşizmi arzulayabilirler, aynı zamanda başka kötü ve kederli duyguları da –dedikodu, entrika, yalan, çarpıtma gibi- arzulayabilirler. Mesela en basit örnek trafik. Eğer trafikte insanların davranışlarını az da olsa gözlemleye kalkarsak herkesin trafik akışı içerisinde bir diğerinden önce konum kapma, kırmızı ışık yanmadan geçme, karşısındakinin en ufak bir hatasında boruya basma fakat kendisinin bir hatasında suçlu hissetmeme refleksi geliştirdiğini görebilirsiniz. Dolayısıyla yukarıda bahsetmeye çalıştığım kötü ve kederli duyguları arzu etme durumu sadece yukarıdan aşağıya diklemesine değil, aynı zamanda hayatın akışı içerisinde yataylamasına ve merkezsiz bir şekilde yayılması söz konusudur.
Sıkıntı sadece geleneksel ve yeni siyasal partilerin değerlerinden vazgeçmiş olması ve onların sadece kökleşmiş fakat bir o kadar da çürümüş feodal ilişkiler ile ayakta durması ve bu durumu sürekli olarak tekrar üretmesi değildir. Sıkıntı, aynı zamanda bireysel ve toplumsal var-oluş süreçlerimizde, alışkanlıklarımızda ve bu oluş-süreçlerle yüzleşememe bağlamında aranmalı. Demokrasi kültürünün ve etiğinin içkin bir hal almadığı bir bağlamda, demokrasi sadece bir rejim etiketinden öteye geçmez. Halbuki demokrasi bir devlet rejiminden çok insanlar arasındaki ilişkilerdir. Dolayısıyla demokrasi aynı zamanda bir çeşit etiktir.
Genellemelerin her zaman için indirgemeci olma gibi bir dezavantajı vardır. Fakat en azından şunu ifade edebiliriz ki Kıbrıslı Türkler’in içinde gittikçe yayılan ve güçlenen, Dünya’ya, Kıbrıs’a ve hayata dair bir inançsızlık ve sevgisizlik eğilimi vardır. Ve bu eğilim gittikçe artan bir şekilde her türlü ilişkiyi etkilemeye-belirlemeye; bu ilişkiler ile de çoğalmaya devam etmektedir. Hayat sevgisinin kaybedilmesiyle birlikte doğaya, insana ve yaşama dair sevginin ve neşenin yerini, sevgisiz ve kederli varoluşlar almakta. Eğer toplumsal bir varoluş sorunundan bahsedeceksek, Kıbrıslı Türkler artık dışarıdan gelen tehditlerle değil, içten içe yayılan bu sevgisizlik ve hayata yönelik inançsızlıktan dolayı yok olmaktadır. Sorun salt siyasal değil aynı zamanda etik ve ontolojiktir. Soru ise şudur: Dünya sevgisini nasıl tekrar kazanabiliriz? İnsana, doğaya ve yeryüzüne dair inancımızı nasıl tekrar yaratabiliriz?
Çöküş içindeki bir birey ve toplum-oluş bağlamında, ihtiyacımız olan şey belki de bir kopuş süreci, değerlerin hem yeniden keşfedilebileceği hem de yeniden değerlendirilebileceği, yeni bir politik ve etik var-oluş sürecidir.