“Hastanede çalışan bir nörs, “Doktorun emriyle adam öldürdüm” diyerek ağlamaya başlamıştı...”
OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR...
Yaklaşık bir hafta boyunca devam eden “Hastaneden “kayıp” edilen Kıbrısılar”la ilgili yazılarımızı okuyan bir okurumuz şunları paylaşmak istediğini söyledi:
“Değerli Sevgül Hanım,
Yazılarınızı büyük bir keyifle okuyorum. Empati yapmaya çalışınca, bu korkunç dramın, geride kalanlara yaşattığı travmanın hiçbir şekilde unutulabileceğine/affedilebileceğine inanmayanlardanım...
Uzun zaman önce size hastane konusunda bana anlatılanı anlatmıştım. Bugünkü yazıyı okuyunca biraz daha şüphe duydum...
Tanıdığım bir nörs vardı – nörs dediğim hemşire... Kıbrıs’ın güneyindeki bir hastanede hemşire idi... İki toplumlu çatışmaların çıktığı 1963 yılından sonra da kuzeyde hemşirelik yapmaya devam ettiydi.
Vefatından birkaç yıl önce konuşmamız sırasında “Ben adam öldürdüm” diyerek ağlamaya başlamıştı. ...... emri ile gözleri bağlı olarak, ellerine tutuşturulan iğneleri, hastanedeki Rum esirlere yaptıklarını ve geceyarısından sonra da cesetleri taşıyarak Tekke Bahçesi’ne gömdüklerini anlattıydı.
Demek ki hemşire sayısı birden fazla idi...
1963 ve 1974 dönem hemşirelerinin ancak bir kısmı hayattadır sanırım. İsmi geçen ama yaşadığını bilmediğim diğer isim ise ..... hemşiredir...
“Doktorun emri ile ben adam öldürdüm” diye ağlamaya başlayan hemşirenin amirleri ise önce ...., sonra da ..... beylerdi... Her ikisi de vefat etti... 63 sonrası Abdi Çavuş Sokak’taki sigara fabrikasından dönme hastanedeydi tüm sağlıkçılar...”
Bu okurumuza bize vermiş olduğu bu bilgiler için çok teşekkür ediyoruz. Konuyla ilgili olarak daha ayrıntılı bilgi sahibi olan okurlarımızı, isimli veya isimsiz olarak beni 0542 853 8436 numaralı cep telefonumdan aramaya veya benimle sosyal medya üzerinden (Facebook, Messenger) temasa geçmeye davet ediyorum.
İKİ TOPLUMUN TABİPLER BİRLİKLERİ İŞBİRLİĞİNE GİTMELİ...
Bu konuda Tabipler Birliği, TIP-İŞ gibi tıp kurumlarımızı da tekrardan göreve davet ediyoruz.
Hastaneden “kayıp” edilmiş olan Kıbrıslılar’la ilgili Kıbrıs’ın kuzeyinde ve güneyinde faaliyet gösteren hekim örgütleri ve hekim sendikaları işbirliğine girişmeli ve hastanelerden “kayıp” edilmiş Kıbrıslılar’ın akibetinin aydınlatılması için birlikte çaba harcamalıdır.
Bu son derece insani bir konuda, hekimlerimize büyük görev düşüyor. Hekimlerimiz, bildiklerini Kayıplar Komitesi yetkilileriyle paylaşmalı, Kayıplar Komitesi’nin hastanelerden “kayıp” edilmiş olan Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar’ın akibetini belirleyebilmesi için onlara yardım etmelidir.
Yine biliyoruz ki pek çok tıp öğrencisi, 1974 sonrasında bazı “kayıp”lara ait kafataslarını ve iskeletleri alarak Türkiye’de öğrenim gördükleri üniversitelere götürmüşlerdi... Bu konuyu pek çok kez yazdık ve bu konuda da tıp örgütlerinin çalışma yapması, çaba göstermesi gerektiğini kaydettik ancak bu çağrılarımıza herhangi bir yanıt alamadık.
Bu insani konuda hekimlerimize ve hekim örgütlerimize bir kez daha Kayıplar Komitesi’ne yardımcı olmaları için çağrıda bulunuyoruz...
BİR FİLM...
“Kaybolan bir dil, kaybolan bir mutfak...”
Özlem Karakuş
36. İstanbul Film Festivali’nden Bükreş’e kadar birçok festivalde gösterim için talep gören gazeteci Deniz Alphan’ın filmi Kaybolan Bir Dil, Kaybolan Bir Mutfak Türkiye’de unutulmaya yüz tutmuş bir dili ve mutfağı hafızaya alıyor. Ne yazık ki küreselleşmenin etkisi ile bazı yerel diller ve kültürler yavaş yavaş yok oluyorlar. Bu röportajın konusu olan Kaybolan Bir Dil, Kaybolan Bir Mutfak Osmanlı topraklarına göç eden Sefarad Yahudilerinin asırlar boyunca konuştukları Ladino dilini ve kendilerine has mutfaklarını konu ediyor. Prof. İlber Ortaylı, yazar Mario Levi ve Sefarad Kültürü Araştırma Merkezi Koordinatörü Karen Gerşon Şarhon gibi ünlü isimlerin görüş bildirdiği belgesel Ladino dilini, Sefarad mutfağını ve kültürünü merak edenler için görsel bir başucu kaynağı olmaya devam ediyor. Alphan ile bu filmin hikayesini konuştuk.
*** Köklerine bağlı biri misiniz? Tek bir kelime ile tanımlarsanız “kök” sizin için ne anlama gelir?
Evet. Her zaman doğduğum yerde yaşamayı düşündüm. Başka bir yerde yaşayamam anlamında söylemiyorum elbette. Gidebilirim, 3-5 yıl başka bir ülkede yaşayabilirim, hatta bütün dünyayı dolaşabilirim ama sonra kendi ülkeme, kendi kültürüme dönmek isterim. Benim için tek kelime ile “kök” “kültür” anlamına gelir. İnsanın ailesinde ve çevresinde edindiği değerler ve yaşam biçimi kültürüdür.
*** Bence sizin belgeseliniz de bir “kültüre” dayalı. Bu belgesel fikri nerden çıktı?
Ben yemek kültürüne oldukça meraklı biriyim. Bizim evimizde bir sofra etrafında toplanmak, misafir ağırlamak önemliydi. Annem de misafir ağırlamayı çok severdi. Aslında öncelikli amacım annem için bir şey yapmaktı. Onun en çok mutlu olduğu mekânı kendi mutfağıydı. Onu mutfağında mutlu olduğunu hayal ettiğimde, önce kitap fikri ortaya çıktı ve Dina’nın Mutfağı kitabını yazdım. Belgesel onu takip eden proje oldu. Türk Sefarad mutfağının ve Ladino dilinin yavaş yavaş kaybolmakta olduğunu görüyordum. Bu durumu bildiğim için aklımda kitap yazmak fikri vardı. Ancak Ladino dilinin neye benzediğini de göstermek istiyordum. Bunun yolunun da bu durumu, insanların duyabileceği bir biçimde sergilemenin daha doğru olduğuna karar verip yazma fikrini belgesele dönüştürdüm.
*** İlgi gördü mü?
Evet, umduğumdan çok… Aslında belgesel çekilmeye başladığında ben 10-15 dakikalık bir şey olur diye düşünmüştüm ama 1 saatlik bir filme dönüştü. Kudüs ve Bükreş’deki festivallerde gösterime girdi. Türkiye’de İKSV’nin bir festivalinde gösterildi. Akademik çevrelerden de ilgi gösterenler oldu. Ben bile bu kadar beklemiyordum açıkçası.
Evimiz zaten Ladino konuşulan, Sefarad yemeklerinin yendiği tipik bir Türk Sefarad eviydi.
*** Peki, anneniz sizi bu kültürle büyütmeye gayret etti mi?
Yok, hayır, özel bir gayreti olmadı. Evimiz zaten Ladino konuşulan Sefarad yemeklerinin yendiği tipik bir Türk Sefarad eviydi. Annem için ailemizin bir arada olması ve birlikte yemek yememiz çok değerliydi. Ladino dili ve Sefarad mutfağı Türk-Osmanlı kültüründen oldukça etkilenmiş. Ladino dilinin içinde çok fazla sayıda Osmanlıca, Rumca, Arapça, Ermenice, Farsça kelimeler var. Mesela Sefarad Yahudileri 1400’lü yıllarda geldikleri dönemde tabii uçak yoktu. Dolaysıyla uçak ortaya çıktıktan sonra uçağın Osmanlıcadaki karşılığı olan “tayyare”, Ladino dilinde “El tayyare” olarak geçer. Aynı şekilde Osmanlı mutfağı ile de ortak özellikleri var. Yahudiler İber Yarımadası’ndayken patlıcan İran’dan Avrupa’ya kadar gidiyor. Fakat o sıralar İspanya’da patlıcanı sadece Müslümanlar ve Yahudiler tüketirler, Hristiyanlar ise yemezlermiş. Osmanlı da İran’dan dolayı patlıcana aşina, dolaysıyla patlıcan müşterek yemeğimizdir.
*** Siz Ladino dilini biliyor musunuz?
Çok iyi anlarım ama akıcı olarak konuşamam. Ladino dili en son benim neslimle beraber ölmeye başladı. Benim çocuklarım annem ve babamdan duydukları birkaç kelime dışında hatırlamazlar. Bundan sonraki neslin hayatlarında duymadıkları bir dil oluyor maalesef. Eğer bir evde o dil konuşulmuyorsa yavaş yavaş unutulur gider. Canlanması için önemli gayret sarf ediliyor. Örneğin Şalom Gazetesi Ladino dilinde bir ek veriyor, ama taşıma suyla değirmen dönmüyor ne yazık ki. Fransızca’nın cemaatte konuşulmaya başlanmasının da Ladino’nun yok olmasında payı büyüktür. Ladino makbul bir dil olmaktan uzaklaşmıştır. Şimdi üzülerek ve utanarak söyleyebilirim ki çocukluğumda ailemin Ladino konuşmasından utanırdım.
Fransızca’nın cemaatte konuşulmaya başlanmasının da Ladino’nun yok olmasında payı büyüktür.
*** Gerçekten de böyle dillerin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olmaları bir kayıp değil mi?
Tabii ki büyük bir kayıp. Ladino bir dil değil, bir diyalekt aslında. Yani İspanyolca, İbranice gibi değil. Okulda öğrenilebilecek bir dil değil. Bir süre önce aile ile ilgili bir şeyler araştırırken ilginç bir bilgiye rastladım. Sefaradlar Avrupa’ya doğru göç ederken kara yoluyla gelenler Fransa ve İtalya’da iki asır kadar kalıyorlar. Oralarda Yahudi karşıtı hareketler, yani antisemitizm başlayınca Osmanlı İmparatorluğu’na doğru geliyorlar. Annemin soyadı Mitrani idi. İbranicedeki “mi” takısı “den” ya da İngilizcedeki “from” anlamına gelir. Trani ise İtalya’nın güneyinde Puglia Bölgesi’nde bir kent. Bu durumda annemin soyadı Tranili, Trani’den anlamına geliyor. Yani annemin ailesi bir süre İtalya’da yaşadıktan sonra tekrar göç edip Trakya’ya gelen kafilelerden. Doğrudan Osmanlı’ya gelenlerin soyadları genellikle İspanya’daki şehirlerin adını taşıyor.
1934 yılında annem ve babam nişanlanmışlar ve aynı yıl çıkan Trakya Olayları sırasında bir gece vakti Kırklareli’nden kaçıp İstanbul’a gelmişler.
*** Aileniz burada zorluk çekmiş mi?
Evet, ailem burada oldukça fazla zorluklarla karşılaşmış. 1934 yılında annem ve babam nişanlanmışlar ve aynı yıl çıkan Trakya Olayları sırasında bir gece vakti Kırklareli’nden kaçıp İstanbul’a gelmişler. Babam iki kez askere alınıyor. İki defa askerlik yaptırılmış. İstanbul’da cereyan eden 6-7 Eylül olaylarında babamın iş yeri yakılıyor. Ben çok küçüktüm o zaman. Bu olaydan dolayı bizim ailenin ekonomik durumu çok sarsılıyor. Oldukça sıkıntılı günler geçiriyorlar. Bir ara İsrail’e gittiler fakat sonra dönüp burada yaşamaya devam ettiler. Dediğim gibi “kökler” çok önemli.
*** Dargınlık var mı?
Hayır hayır. Görünürde yok ama herhalde bir iç küskünlük olmuştur. Bende olmadı çünkü ben onların (ailemin) yaşadıklarını yaşamadım. Ben burayı vatanım olarak görüyorum ama maalesef ayrımcılık söz konusu. Ben seni seviyorum ama anlıyorum ki ben senin için aynı şeyi ifade etmiyorum, sen beni pek sevmiyorsun durumu.
(AVLAREMOZ – Özlem KARAKUŞ – 26.5.2021)