HAT, ataerkinin mülkiyetinde kalmaya devam mı edecek?
Nisan 2020’de gerçekleştirilecek cumhurbaşkanlığı seçiminde yarışacak adaylar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bugüne kadar bir sürpriz ile karşılaşmadık. Özersay’ın HP üzerinden değil de “bağımsız” hareket edecek olması da büyük bir şok etkisi yaratmadı. Konuya ilişkin pek çok siyasi senaryo üretilebilir ama bu yazı özelinde, üzerinde durulması gereken bir öneme sahip değil.
Yazının başlığı ilginizi çekmiş olabilir. Kimden feyiz aldığımı açıklamam gerekir. Birçoğumuzun yakından takip ettiği ve Eylül 2019’da aramızdan ayrılan İngiliz feminist yazar Cynthia Cockburn, 2004 yılında “HAT – Kıbrıs’ta Kadınlar, Taksim ve Toplumsal Cinsiyet” başlıklı bir kitap yayınladı. Aktivist ve araştırmacı özelliğinin bir getirisi olarak, evindeki odasında oturup kahvesini yudumlarken ortaya çıkarmadı bu eseri. Kıbrıs’a gelip geçmişi ve bugünü, yaşayan öznelerden dinledi. Kitabı okurken, beni en fazla etkileyen saptama da: “Hat erkeklerin mülkiyetindeydi” cümlesi oldu. Bunu salt biyolojik cinsiyet algısı yerine, ataerki üzerinden değerlendirmeliyiz. Böylece kamusal ve özel alanda “erkekleştirilmiş” kadınları da içine katmış oluruz. Çünkü derdim erkeği değil, ataerkiyi hedef almaktır.
Cockburn, dünyanın pek çok ülkesinde çatışmalara karşı barış mücadelesi veren, toplumlar arasındaki barışı inşa etmek için çaba sarf eden kadın örgütleri ile çalışma yapan bir aktivistti. Bu bağlamda gerek milliyetçilik gerekse militarizmin, ataerki ile ne derece bağlantılı olduğunu pek çok eserinde olduğu gibi Hat’ta da anlatır. Örneğin Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği çalışmalarda Sınırı Aşan Eller örgütü ile haşır neşir olur, onlar vasıtası ile kuzey ve güneyde kadınlar tarafından organize edilen barış mücadelelerini kaleme alır. Ama her ne hikmetse bu tip adımlar ve kadınların ortaya koyduğu öneriler, bir türlü görüşme masasında hayat bulmaz.
Peki bu öneriler neden önemlidir?
Bütün sorunları çözdük, “siyasi eşitlik - mülkiyet - toprak - doğalgaz paylaşımı” gibi “önemli /temel” konular halloldu da bunlar mı eksik kaldı? diye soranlar olacaktır. İşte şeytanın gör dediği yer de orada gizlidir. Çünkü bizleri ayıran, Yeşil Hat’tın iki yanında yaşamaya mahkûm eden milliyetçilik, askeri müdahaleler, savaş, sömürgeci yapıların dayandığı garantörlük sisteminin en temel besleyicileri; cinsiyet, ırk (etnik köken) ve ekonomik sınıftır. Tüm bunlar arasında, avantajlı konumda olanlar, savaşın ve çatışmanın ürettiği şiddet sonucunda kazanç elde ederler. Ganimet yiyicileri hatırlamanız yeterli. Bahsi geçen gruplar arasında, hiyerarşinin en altında kalan da kadınlar olur. Özellikle savaş tecavüzleri de bunun en bariz örneğidir. Çok uzakta değil, Kıbrıs’ta da bunların yaşandığını biliyoruz.
Madem ki savaşın cinsiyetlendirilmiş bir boyutu vardır, o zaman çözümü de kurarken ataerkil yöntem ve dilden kurtulmamız gerekir. Mesela bugüne kadar bir türlü hayata geçirilemeyen güven arttırıcı önlemler sadece sözde kalmıştır. Tabi ki bunları kadın bir cumhurbaşkanı ile yapabiliriz basitliğine düşmeyeceğim. Çünkü biliyorum ki esas olan, feminist değerler üzerinden hareket eden, barışı da o gözlükten süzerek inşa edebilecek bir zihniyeti hayata geçirebilmektir. Hele ki sağ partilerin birbirine yaklaştığı ve aslında barış karşıtı cepheyi güçlendirmeye çalıştığı bir dönemde, bu husus daha da önem kazanmaktadır.
***
Uzun yıllardır devam eden iki toplumlu görüşmelerin amacının; çatışmanın önlenmesi, barışı tesis etmek ve birlikte yaşanabilecek bir düzen kurabilmek olduğunu unutmuş gibiyiz. Zaman zaman zemin çok daha farklı yöne kaymakta, her iki toplum liderliği de, iktidarın büyüsüne kapılıp çatışmacı kimliğe bürünmektedirler. Böyle olunca da barışı değil, savaşı üreten bir yola girilir. BM’nin bu yıl 20 yaşını kutlayacak 1325 sayılı kararı bize farklı bir ışık yakmaktadır. İlgili karardan sonra “kadın, barış ve güvenlik” açısından önemli sekiz tane karar daha yayınlanmıştır.
Kararda; çatışma dönemlerinde yaratılan acıların iyileştirilmesi, barışı kuracak yolda kullanılacak yöntemlerin tespit edilmesi, var olan çözümsüzlüklere yönelik kadınların bakış açılarının karar verme sürecine dâhil edilmesi, özellikle barışı kurarken kadınların ve kız çocuklarının savaş koşullarında maruz kaldıkları mağduriyetlerden korunması için gereken düzenlemeler gibi pek çok noktada, toplumsal cinsiyet eşitliği bakış açısının hakim kılınması gerektiği vurgulanır.
Böylece kurulacak yeni düzenin anayasal yapısı, mülkiyet rejimi, eğitim anlayışı, güvenlik algısı (mesela garantörlük sistemi) gibi aslında bugün de tartışma konusu yapılan pek çok başlıkta kadınlar da söz sahibi olabilecektir. Kıbrıs’taki sürece baktığımızda bunun yansımasını net olarak göremedik. Hatta çoğu zaman ataerkinin kardeşlerinden olan milliyetçi hezeyanlar üzerinden gidip, barış yerine çatışmaya hizmet ettik.
Bu bağlamda atılmış en ileri adım olan ve iki toplumlu görüşmeler bünyesinde kurulan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Teknik Komitesi”ne dair bir basın taraması yaptım. En son 2015 yılında yayınlanan bir haberde, komitenin iki ana tema yani “cinsiyet eşitliği perspektifi ile barış kültürü oluşturmak” ve “toplumsal cinsiyet perspektifini kapsayan çözüm sonrası Kıbrıs’ta anayasal, yasal ve kurumsal model üzerinde çalışmak” üzerinden hareket edeceği söylenmiş. Bunun ardından herhangi bir bilgi verilmemesini, ya konuya ilişkin bir ilerleme kat edilmediği ya da çalışmaların toplumla paylaşmadığı yönünde yorumlayabiliriz.
Benim gözümden kaçan bir gelişme varsa da emek sarf edenlerden özür dilerim. Bu geri duruşun bilindik sebepleri de vardır. Birincisi ve en önemlisi, bu konuların direkt barış ile ilgili olmasına rağmen genel siyasetin içinde ikincilleştirilmesi diğeri ise toplumsal kadın / feminist mücadelenin son yıllarda durgunluğa girmesidir. İkinci sebep özellikle bu yolu açan ve sonrasında büyüten kişilerin (yani bizlerin) ciddi anlamda düşünmesi ve belki de özeleştiri yapması gereken bir eksikliktir.
***
Cumhurbaşkanı ne işe yarar?
Kıbrıs’ın kuzeyinde cumhurbaşkanının varlık nedeni, toplumlararası görüşmelerde özne olmaktır. Yetkinin bizim elimizde olmadığını düşünüyor olabilirsiniz ama bence durum farklı. O yüzden cumhurbaşkanı seçilecek şahıs, kendi politik tercihlerine göre aktör olabilir. Seçim sath-ı mailine girdiğimiz bu dönemde, cumhurbaşkanının toplum yönetiminde farklı etkileri (iç politikaya yönelik) olabileceği söylense de, bunun bir seçim stratejisi, “evimizi temizleyelim” trendinin sonucu ve başkanlık sistemine bir göz kırpma özentiliği olduğunu düşünüyorum.
Tüm bu çerçevede, önümüzdeki seçim hayati olmasa da (kktc’nin varlığı devam ettikçe Kıbrıs’ın kuzeyindeki hiçbir seçimi o boyutta değerlendirmem) önemlidir. Çünkü sağ ideolojinin taşıyıcısı olan kişilerden (Ersin Tatar, Kudret Özersay, Erhan Arıklı, Sibel Siber, Serdar Denktaş gibi isimler) hangileri aday olup da cumhurbaşkanı seçilirse, savaş diline bizi hapsedip, bugünün katbekat gerisine düşmemize neden olacaklardır. Seçim kampanyasını “federasyona dayalı barışa” odaklayanlara gelirsek, Onların işi bu dönemde daha zor olacak. Çünkü aradan geçen zamanda çok büyük bir değişiklik yaşanmadı ve birçok kişi için de umut ışığı söndü. Ben de zaman zaman inancını kaybeden bir grupta yer aldım. Ama bu seçimde oy kullanmayacağım noktasına henüz gelmedim.
Kıbrıslı feminist bir kadın olarak dileğim; HAT’tı ataerkinin gazabından çıkaracak, “Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak” ezberine sıkışıp kalan “güvenlik – garantiler” anlayışına alternatif bir algı yaratabilecek, iki toplumdaki tüm kesimlerin birlikte barışı kurmasına zemin yaratacak (özellikle sivil toplumun uyanmasına yardımcı olacak), savaşta yaşanan ve üzeri kapatılan insan hakkı ihlâllerini kabullenecek ve iyileşmenin gerçekleşebilmesi için aidiyet kurduğu etnik kimlik adına özür dileyecek bir barış işçisinin kazanmasıdır.