1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Hatip’in Gürültüsü Şair’in Fısıltısı..
Hatip’in Gürültüsü Şair’in Fısıltısı..

Hatip’in Gürültüsü Şair’in Fısıltısı..

Kant’ın III. Eleştiri’deki ‘Hatip-Şair’ karşılaştırmasıyla ilgili satırları okurken, önümde bugünün Türkiye’sine dair bir fotoğraf belirdi.

A+A-

 Hakkı Yücel

[email protected]

Melih Başaran imzalı “Yaratıcılık ve Deleuze: Genişleyen Anlayış Gücü, Özgürleşen İmgelem, Belirsiz Kavramlar ve Çılgınlık Olarak Akıl”  (“Dışardan Düşünmek”-Chiviyazıları Yayınevi-s. 91-92) makalede, Kant’ın III. Eleştiri’deki ‘Hatip-Şair’ karşılaştırmasıyla ilgili satırları okurken, önümde bugünün Türkiye’sine dair bir fotoğraf belirdi. Öncelikle şunu itiraf etmem gerekir ki M.Başaran’ın Deleuze Düşüncesi’nin çoklu yaratıcı potansiyeline yönelik olarak yazdığı (o yaratıcılığın niteliklerini özetleyen şu başlığa bir daha bakar mısınız: “Genişleyen anlayış gücü, özgürleşen imgelem, belirsiz kavramlar ve çılgınlık olarak akıl) makale, ayrıca değerlendirilmeyi hak eden yoğunlukta ve bir başka yazının konusu. Burada benim yapmaya çalışacağım,  “Hatip-Şair” karşılaştırmasını farklı bir bağlama oturtarak, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan-AKP iktidarının, ülkenin siyasal-toplumsal iklimine damgasını vuran, giderek hayatın bütün alanlarına yayılan çatışmacı, dışlayıcı, saldırgan, baskıcı söylem ve icraatlarının arka planıyla, buna karşı sergilenecek ‘karşı duruş’un kapsam ve mahiyetine dair, daha çok ‘dil’ ağırlıklı kimi notlar düşmek. Somut olarak ifade edecek olursam, Cumhurbaşkanı T.Erdoğan’ın şahsında zirve yapan, söylem ve pratik olarak  hemen her düzlemde karşılığını bulan anlayış/tavır ile; bir bakıma onu yapıbozuma uğratan, bir örneğini geçtiğimiz Haziranda dördüncü yılı idrak edilen “Gezi Parkı Direnişi” pratiğinde yaşanan deneyimler toplamında bulan alternatif ‘karşı-duruş’ anlayış/tavrını, Kant’ın dile vurgu yapan  “Hatip-Şair” karşılaştırması üzerinden okumaya çalışmak.

 

Önce sözü edilen makaleden şu alıntıyı aktarmak istiyorum:

“Hatip [veya ciddi bir konuda konuşma için söz alan kişi diyelim buna] belli bir amaca, verilen veya seçilen bir temaya uygun olarak öncelikle -ve doğrudan- argümantatif  bir tarzda, anlayış gücüne hitap edeceği sözünü verir” -yani çok söz verir- , “Şair ise buna karşılık nihayetinde mütevazı bir şekilde az söz verir veya söz alır (....) ancak ciddi bir uğraşın değerine sahip bir şeyi gerçekleştirir, yani bilindiği üzere [basit fikirler] oyunu yoluyla anlayış gücüne besin sağlar ve

imgelem aracılığıyla kavramlarına bir yaşam kazandırır. Böylelikle, temelde Şair söz verdiğinden daha fazlasını, Hatip ise daha azını vermiş [yani, bilindiği gibi, söz vermediği bir şeyi, imgelemin çekici bir oyununu vermiş (....) anlayış gücünden bir miktar kısıntı yapmış] olur.” (s.91-92).

 

Günümüz Türkiyesinde, karşılığını başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, ona biat eden ve onu taklit etmek için çırpınan takipçilerinde bulan, ülkenin siyasal-toplumsal-kültürel iklimine hâkim buyurgan ‘Hatip’ anlayış/tavrının yaygınlık kazandığını ve benimsendiğini söylemek mümkün. ‘Bilen ve yapan’ iddiasında olan, kendini her konuda haklı bulan, amaca ulaşmak için her yolu mübah gören, ancak artık sadece muhaliflerinin değil kendine yakın kesimlerin de giderek daha çok dillendirdiği “gurur ve kibir” hastalığı, “sen kimsin, haddini bil” kabadayılığı, bu anlayışın/tavrın belirgin karakteristikleri. Yapılacak en küçük eleştirinin “hainlik, ihanet” suçlamalarıyla karşılanması, kendine karşı olana yönelik dizginlenemeyen öfke ve nefret nöbetleri, yine bu anlayış/tavrın alâmet-i farikalarından. Siyasal/toplumsal her türlü icraat bu anlayış/tavrın  pervasız örnekleriyle dolup taşıyor. Başta Erdoğan olmak üzere, onu takip ve taklit etmeyi görev edinen, kimi kerameti kendinden menkul bilim insanlarının, gazeteci olmaktan çok tetikçilik işlevi gören gazetecilerin, iktidarın gözü kapalı propagandasını yapmaktan öteye gidemeyen güya entelektüel ya da kanaat önderlerinin konuşacak kürsü, mikrofon, ekran veya yazı yazacak köşe, görüş beyan edecek platform buldukları anda, aslı ‘Reis’e ait olan bu hoyrat dil, temcit pilavı gibi tekrarlanıyor. Bol vaat içeren, aynı anda her türlü baskıyı ülkenin “birliği, diriliği, iriliği, bütünlüğü ve bölünmezliği” üzerinden meşrulaştırmaya çalışan, bu yüce(!) idealler adına binlerce insanı sorgusuz sualsiz hapsetmekten çekinmeyen, en ufak bir eleştiriye, gösteriye tahammül edemeyen bu anlayış  Reis’i, siyasetçisi, gazetecisi, entelektüeli, kanaat önderleri tarafından sürekli yeniden üretiyor. Bu yolla kâh içerdeki hainlere  ayar veriliyor, kâh dışardaki düşmanlara kafa tutuluyor. Demokrasilerin can alıcı kurumları bu anlayış/tavrın esaslarına göre şekilleniyor. Yargı bağımsızlığını yitiriyor, yazılı-görsel medya büyük oranda iktidarın borazanı haline geliyor, eğitim ve akademia kendine biçilen misyona göre yeniden düzenleniyor. Ben bilirim, ben yaparım kudreti ve iktidar olma gücünün şehvetiyle konuşan-yazan ‘Hatipler’ ortalıkta kol geziyor. Hal böyle olunca siyasal alan giderek daralıyor, baskı her geçen gün artarak özgürlükler kısıtlanıyor; o kadar ki sadece yaşayanlar değil, ölüler bile bundan nasibini alabiliyor. Bir cenazenin etnik-kültürel kimliği, onun istediği yere gömülmesine engel teşkil edebiliyor; toprağa gömülen cenaze, cesaretini bu anlayış/tavırdan alan ırkçı saldırılara maruz kalabiliyor ve gömüldüğü yerden çıkartılabiliyor. Sonuç itibarıyla ülke, giderek birbirine yabancılaşan, şiddet ve öfke duygularıyla yüklü, keskin hatlı bir bölünmeye uğruyor. Cumhurbaşkanı, çoklu karakter taşıyan bir ülkenin bu yapıyı gözeten demokratik cumhurbaşkanı olmak yerine; bizatihi kendisinin mimarı olduğu, mensubu bulunduğu dinsel-etnik-kültürel kimlik temelli homojenizasyonun hâkim ve sürekli kılınmaya çalışıldığı bir ülkenin otoriter Cumhurbaşkanı olmayı tercih ediyor.

 

Siyasal-toplumsal-kültürel alanların bu denli kuşatıldığı bir ortamda kritik sorulardan biri, yerleşik baskıcı hâkim anlayış/tavra karşı, onu değiştirmeye talip  kesimlerin nasıl  bir ‘karşı-duruş’ sergileyecekleri. Aşikâr olan şudur ki özellikle iktidarının ilk iki dönemi süresince, cumhuriyet rejiminin demokratikleşmesi ve dönüşüme uğratılması konusunda anlamlı mesafe kat eden, gündelik hayatta karşılığı olan kimi iyileştirici uygulamalara imza atan, bu bağlamda siyasal/ideolojik /kültürel ölçekte kendinden farklı kesimleri de kucaklamayı ve desteğini almayı başaran Erdoğan-AKP iktidarı, şu an bu hasletlerini yitirmiş olsa da hâlâ güçlüdür ve bu güç, salt tepkisel karşı söylem ve tavırlarla (karşı ‘Hatip’ söylem ve tavırlarıyla) ortadan kaldırılacak gibi değildir. Daha çok tepkisel bir mahiyet taşıyan, kendi ideolojisi ve geleneksel siyasal örgütlenişi içine sıkışmış bu türden söylem ve tavırlar, kendi dışında kalan kesimleri kucaklama, temsil etme zafiyeti taşımaktadır. Dar ölçekli kalmaya mahkûm böylesi anlayış ve tavırların sergileyeceği tepkisel reaksiyon ise, son kertede sistemin ördüğü kalın duvara çarpıp dağılmaya mahkûm olacaktır. Şu anda olan da bundan fazlası değildir. Bu aşamada esas olan o duvarda çatlaklar açabilecek, mutlak ideolojik sınırlarını, geleneksel hiyerarşik örgütlenme modellerini, sınıfsal farklılaşmaları, özcü kimlik yapılarını aşmayı beceren çoklu-geniş ölçekli katılımı ortak bir paydada bir araya getirebilmek ve bunu  kuşatan dili inşa etmek olsa gerektir. “Gezi Parkı Direnişi”nde, kıvrak mizahın ve ironinin eşlik ettiği ve de asıl ‘Şair’in fısıltısının duyulduğu ve anlam kazandığı yer de işte burasıdır.

 

Üzerinden dört yıl geçmiş olan “Gezi Parkı Direnişi”, başardıkları ve başaramadıklarıyla, ‘özgürlük’ talebi ekseninde, geleneksel örgütlenme biçimlerinin, ideolojik saflaşmaların, sınıfsal ayrışmaların aşıldığı, katılımcı kitlenin çoklu yapısıyla karakterize ortak bir karşı-duruşun sergilendiği; alternatif örgütlenme biçimleri, farklı yaşam pratikleriyle siyasal-toplumsal-kültürel alanlarda, bugün üzerine hâlâ değerlendirmeler ve yorumlar yapılan, farklı deneyimleri içkin, ciddi bir örnek olmuştur.

 

Tam da burada, dikkat çeken önemli bir farklılık da “Gezi Parkı Direnişi”nin ürettiği kendi özgün (direniş) dili, söylemidir. Gezi pratiğinde örgütsel ideolojik yapılanmalardaki hiyerarşinin bozulması kadar, dilde de bir yapıbozum gerçekleşmiştir. ‘Emir kipi’ ağırlıklı, buyurgan ve denetleyici mutlak ideolojik dil burada yerini, mizahi ve ironik karakteri öne çıkan, aynı anda  ‘Şair’in fısıldadığı imgelem/imgeler aracılığıyla kavramlara yeni yaşam alanları açtığı özgün/özgür bir dile bırakmıştır. Bir başka ifadeyle iktidarı ve muhalefetiyle ‘Hatip’in ait olduğu kesimle sınırlı buyurgan hiyerarşik dil, ‘Şair’in sınırları aşan yaratıcılığıyla karakterize, geleneksel dilin hiyerarşik yapısını bozuma uğratan özgün/özgür dille yer değiştirerek, yeni ufuklara doğru yol alınmasını sağlamıştır. Bu da sonuçta farklı siyasal/toplumsal kesimleri yatay olarak kesen ve ortak ‘özgürlük’ talebinde buluşturan alternatif örgütlenmelerden, alternatif yaşam pratiklerine ve deneyimlerine varana kadar giden doğurgan bir süreci beraberinde getirmiştir.

 

Farklı şairlerden şiirlerin/dizelerin, yoğun olarak gerek sosyal medyada gerekse Gezi alanında afişlere yazılarak paylaşılması, bu süreçte Şair’in/şiirin ayrıcalıklı konumunu yeterince izah etmekle beraber, burada ayrıca dikkat çekici bir başka husus,  başka şairler yanındaTürkçe şiirde “İkinci Yeni” olarak adlandırılan ve genellikle bir “kaçış şiiri” olarak değerlendirilen Şair/şiirlerin öne çıkmalarıdır. Birikim Dergisi Haziran 2017 sayısında Damla Yeşil imzalı “Haziran’da bir gezi, Gezi’de bir şair” başlıklı yazıda da dile getirildiği gibi bu şairler başta Turgut Uyar olmak üzere, Cemal Süreya ve Edip Cansever’dir. Daha çok birey eksenli, onun duygu ve anlam dünyasını sorunsallaştıran, toplumcu şiirin alanlara yayılan tok sesinden ve devrimci hülyalarından uzak ama bir o kadar da doğurgan, deyim yerindeyse kuytuda fısıltılı bir sesin ifadesi olan bu Şair/şiirlerin, “direniş’in dili olacak kertede öne çıkması, farklı değerlendirmelere ve yorumlara açık olmakla beraber, kanımca bu durum hayatın kendi değişken dinamiğiyle, kendinde içkin seçenekler ve ihtimaller çokluğuyla doğrudan ilgilidir. Özellikle günümüz dünyasında, her zeminde (siyasal-ideolojik-toplumsal) çoklu deneyimlere kapı aralayan bu dinamik sürecin, bu kapsam yoğunluğunu kuşatacak dil(ler)de karşılığını bulması kaçınılmazdır.  

 

Kim bilir, bu dünyada düşünecek, hayal edilecek ve söylenecek daha çok şey olduğu içindir ki başka dil(ler)e ihtiyaç vardır. Hatip’in ideolojik/siyasal kalıplarla sınırlı, emir kipiyle yüklü, buyurgan, dikte eden dilinden farklı olarak; Şair’in kuytuda fısıldadığı yaratıcı, özgür ve doğrugan, imgelem aracılığıyla kavramlara yeni yaşam alanları kazandıran dilinin öne çıkması, dahası bir “direniş” diline dönüşmesi belki de bundandır.

 

“Hatip’in, kürsüde bağırdığından daha az; Şair’in kuytuda fısıldadığından daha çok” olduğu cümlesi de belki bu yüzden yazılmıştır. 

Bu haber toplam 2278 defa okunmuştur
Gaile 435. Sayısı

Gaile 435. Sayısı