Hayalet Şehir Maraş… Umut da korku da çift kanatlıdır
Hayalet Şehir Maraş… Umut da korku da çift kanatlıdır
Koral Özkoraltay
[email protected]
Küçük bir kız çocuğu ve bir portakal bahçesi... Portakal ağaçlarının arasında, mis gibi tomurcuk kokularını içine çekerek, ağaçları sayıp hedefine ulaşmaya odaklanmış yaşlı bir kadın... Ve küçük kız çocuğu, nenesinin ardından gidiyor... Sadece gidiyor O.
“Üç, dört, beş ve sağa dön, işte bergamut ağacını bulduk.” Macununu yapmaya hedeflenmiş nenesini takip eden küçük kızın, mahallelerindeki portakal bahçelerinde sadece nenesi ile dolaşmaya izni var. Zaten pek oyun alanı da yok buralarda. Bir taraf bahçe, diğer taraf ise tel örgülerle çevrili… Evin civarındaki kısıtlanmış alanlarda oynamak her zaman yetmiyor mahallenin çocuklarına. “Tellerin ardında ne var acaba ?”
“Orası Rum tarafı!” diyor büyükler. “Oraya gitmek yasak !”
Evlerinin balkonundan baktığında görünen ve geceleri aydınlatan parlak ışıklar var o yasak topraklarda. Yasak topraklardaki ışıklar bile oyun olmuş çocukların hayatında. Bir, iki üç dört, yeşil, kırmızı, beyaz... Hareket eden, yanıp sönenler… Tam bir masal dünyasını izliyorlar balkondan uzun yaz gecelerinde. Orası, “Rum tarafı !” Ve bitmek bilmez hikâyeler mahallenin kadınlarında. Birbiri ile benzeşen, birbirinden beslenen ve tamamlayan. “Bizim köyde ne güzel bahcelerimiz varıdı. Meyve yüklüydü o ağaçlar. Hiçbirinin lezzeti yok buralarda !” Nerelerde acaba o bahçeler, o meyve dolu ağaçlar? Anlayamıyor küçük kız yer ve mekân farkının ne demek olduğunu. Televizyondaki çizgi filimler gibi bir hayal dünyasına oturtmuş bütün karakterleri, bahçeleri, parlak ışıkları ve tel örgüleri bile. Doğduğu, yaşadığı yerin garipliğini bilmeden, normalleştirip seviyor kurşun delikleri dolu ev duvarlarını, çizgi filmdeki Woody Woodpeker gibi sevimli bir ağaçkakanın delikleri sanıyor duvardaki kurşun izlerini bile...
Okuluna giderken tellerin arkasında yıkılmaya yüz tutmuş evlerde, mermerlerin içinden otların çıkıp büyüdüğüne merakla bakar, yaklaşmaya korkmaz, tellere dokunup gözleriyle daha neler var acaba diye derinleri gözetlerdi arkadaşlarıyla. Hepimiz için normalleştirilen sıra dışı bir hayatın yaşandığı günlerdi… Küçük kıza “Rum” nedir hiç açıklanmadı. “Rum tarafı” sadece balkondan görünen, gidilemeyen ışıklı bir yasak yerdi. “Bu topraklar nasıl bir geçmişi saklıyor, bu teller neden burada ?” Hayaletleştirilen bir şehirde doğup, hayaletleri görmeden, onların çığlıklarını duymadan, çocukluğunu başkalarının hayatlarının yarım kaldığı sokaklarda sırlar ve tel örgülerle sarılmış bir yasaklar dünyası içinde yaşadı.
İlkokul yıllarında, “okulun adının hikâyesini bilen var mı, şehit nedir, neden şehit oldu bu insanlar?” gibi sorular sorarak, savaş ve ölüm hikâyeleri anlatmaya başladı öğretmenleri. Yaşadığı evin, sokağın tehlikeli olacağını düşünmemişti o zamana kadar. İlkokulda korku yerleşti çocuk yüreğine. Çocukluk rüyaları, kâbusa döndü. Oysa mermerlerin arasından fırlayan gelincik de, koca bir ağaç da rengârenkti onun için. Ama korkmalıydı!
Rüyalar artık değişmişti. Tank, asker, silah ve şiddetin kâbusu girdi rüyalarına. Uzaktan gelen sesler gittikçe yakınlaştı. Birden durdu. Askeri botlarının asfalta vura vura çıkardığı sesler, evi sardı ve içine girdi. Odaların kapılarının kırılma sesi kayboldu bağırmalar arasında. Nereye saklanmalıydı, neresi güvenliydi? Gecelerini kapkara yapan kâbus gecelerinin gündüzlerinde, evinin kuytu köşelerinde kendisine saklanacak yer aradı yıllar boyu. Yıllarca pencere aralığından sızan sokak lambasının ışığını, tank ışığı sanıp yorganın altına gömdü kendini, kapıya tekmeyi basıp eve giren askerlerden kaçmak için mutfak dolaplarında, tencerelerin arasına kendine yer açmaya çalıştı. Duvarın üzerinde depo olarak kullanılan boşluğa en iyi tırmanan hep o oldu; çünkü gözüne kestirdiği en iyi saklanma yeri orasıydı.
Savaşı yaşamamış ama savaş yıkıntıları üzerine doğmuş bir çocuğun, doğduğu ortamı sorgulayacak yetisi yoktu. Çocuk kalbi içinde düşmanlık biriktirmiyordu. “Okul ve eğitim” yılları başladı sonra. Savaşı ve şiddeti yaşamış coğrafyalarda, o dönem sonrasında doğanları bırakın, savaşı ve şiddeti yaşananların bile, gerçeğin ne kadarını bildiği bile sorgulanmalıyken, siyasetin yazdığı gerçeklerin şiddet ve düşmanlıkla yüklü bir eğitim sistemi ile küçücük çocuklara bir silah gibi yönlendirilmesi, onların düşmanlıkla beslenmesi, tanımadığı, görmediği, bilmediği birine kin duymayı öğretilmesi savaşın kendisinden de tehlikeli bir durumdur.
O kız çocuğu, birçok kız ve erkek çocuk gibi bu topraklarda büyüdü. Bazıları kendilerine dayatılan bu normalleştirmeyi kabul etmedi büyüdükçe, bazıları bu normalleşmenin hem parçası hem savunucusu oldu. Aslında hayat da tam böyle bir şey… Tel örgülerin ötesindeki mermer balkondan fışkıran gelinciklere gülümseyerek bakan o kız çocuğu büyüdükçe bugününe bazı sorular yerleştirdi. Hep cevap aradı sorularına. Binlerce “neden” girdi hayatına. Neden burası hayalet bir şehir olmaya devam ediyor, neden o teller hala daha kalkmadı, neden bunu bir kader olarak kabul edip kırk yıllık yıkıntıların üzerinde gözümüz kapalı yaşamaya devam ediyoruz, neden yolun ortasına kadar devrilen ağaca bile dokunamıyoruz, neden bu savaş ortamını yaşamaya devam ediyoruz, neden askerin hayatımıza bu kadar dâhil olmasını kabulleniyoruz, neden kentin limanının en güzel yerleri yüksek duvarlarla ve tellerle çevrili, neden buraları askerin kontrolünde, neden duvarın arkasının deniz olduğunu bilmeden büyüyen bir nesil büyüdü ve neden neden yeterince çaba harcamıyoruz… Neden?
Milliyetçilik ve onun stepnesi militarizmin sonuçlarını en yakıcı bir şekilde ve nesiller boyu yaşayan bir toplum, buna ses çıkarmadan her ikisini hayatının bir parçası olarak yaşamaya devam ediyor. Bunu normalleştiriyor. Normalleşen şey, mücadele edilecek şey olmaktan çıkıyor böylece. Kör bir döngüde dönmeye devam ediyoruz. Yeni küçük kızlar, küçük oğlanlar büyümeye devam ediyor. Tertemiz rüyaları bir gün geliyor kirleniyor, korkuyla kâbusa dönüyor. Tellerin öteki tarafında, rengârenk ışıkların yandığı ve artık yasağın biraz olsun kırıldığı o topraklarda da küçücük kız çocukları, benzer korkular ve kâbuslarla büyüyor. Yıllar önce içinden gelinciklerin fışkırdığı mermer duvarlara gülümseyen o küçük kız çocuğuna yıllar, korkunun her iki kanadını da çırparak uçmaya devam ettiğini öğretti bu topraklarda.