1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Hayaller Gerçek Olsa…
Hayaller Gerçek Olsa…

Hayaller Gerçek Olsa…

Hayaller Gerçek Olsa…

A+A-

Öykülere taşınan hayaller…
Yenidüzen-Deniz Plaza Öykü Yarışması’nda dereceye giren öğrenci öykücülerimizin öykülerini yayınlamaya devam ediyoruz. Bu hafta da 9,10,11 yaş grubunda ikincilik derecesini elde eden Melisa’nın öyküsüne yansıyan hayallerini adres kıbrıs sayfalarına aktarıyoruz.

---------------------------------

Melisa Şener
Doğa Akdeniz Doğa İlkokulu
5 Sarı


Hayaller Gerçek Olsa…

Başucumdaki saatimin alarm zili çalar çalmaz yataktan fırladım. O kadar hızlı kalktım ki üzerimdeki battaniyenin yere düştüğünü sonradan fark ettim! O gün okula her zamankinden erken gitmeliydim. Dönemin son matematik sınavına girecektim ve heyecanlıydım. Bu sınavdan da tam not almayı başarırsam, hem kendimi hem de ailemi çok mutlu edecektim…

Önce pencereye doğru koştum yine sesler geliyordu. Perdeyi azıcık açıp dışarıya baktım. Manzara aynıydı; yüksek sesle birbirlerine bağıran insanlar, yiyecek bulmak için çöpleri karıştıran ama sonra bunu yaptıkları için Osman Dayı’dan dayak yiyen kediler ve havada uçuşan taşlar, sopalar… Niye? Niye birbirlerine sevgiyle “Günaydın, bu gün nasılsınız?” demek yerine kavga etmeyi seçiyorlardı? Uzun bir süredir Zonia’daki (ülkemizdeki) bu çirkin manzaralar biz çocukların kafasını hep meşgul etmişti. Neler oluyordu? Komşumuz Ayşe Abla’nın beş yaşındaki kızı Cansu bile, o simsiyah, kocaman gözlerini korkuyla açıp bana şunu demişti bir gün; “Abla, ben bu gün yine yolda ölü bir köpek gördüm. Neden kimse köpeklere iyi bakmıyor?”

Okula gitmek için hazırdım. Kapının önüne çıkıp otobüsün gelmesini bekledim. Çok geçmeden, üzerinde renkli çiçek desenleri olan mavi renkli eski bir otobüs evimin önünde durdu. Herkese günaydın deyip, her zamanki yerime oturdum. Köşeyi dönüp anayola çıktık, yavaş yavaş mahalledeki seslerden uzaklaştık. Yarısı toprak, yarısı asfalt yoldan geçerken sanki küçük bir trambolinden zıplıyor gibiydik.

Otobüsün penceresinden dışarıya baktım. Tarlaları uzun bir süredir yeşil görmüyorduk. Dedem, “yeterince suyumuz yok” diyordu sürekli.

Sanki bazı şeyler hep durmadan değişiyor. Kötüye gidiyordu. Ama biz bunlara bir türlü anlam veremiyorduk. Mesela, eskiden okulumuzun yolundaki dereden sular akarmış. Ama biz oradaki o çukurun bir zamanlar dere olduğunu hiç bilmiyorduk. Aslında ne kadar güzel olurdu kim bilir! Gerçek bir dere olsaydı…

Yarım saat içinde okula vardık. Herkes hızla otobüsten inip okul bahçesine doğru koştu. Arkadaşım Nehir, yine her zamanki gibi Atatürk Büstü’nün altına oturmuş beni bekliyordu. Nehir ile geçen yıl hayvan barınağında tanışmıştık. O da benim gibi bir hayvan dostu. Normalde çok hareketli, cıvıl cıvıl bir kızdır. Ama o gün gözlerinde matematik korkusunu görebiliyordum. On dakika içinde ders zili çaldı. Geç kalmamak için koşarak sınıfa gittik. İlk ders matematik sınavıydı. Öğretmenimiz elinde içinde sınav kağıtlarımız olan zarfla içeri girdi. Yoklamayı alır almaz sınav kâğıtlarını dağıttı. Merakla sorulara tek tek baktım. İçimdeki korku bir anda rahatlamaya dönüştü.

Cevapları biliyordum!

Mutlu bir okul gününden sonra arkadaşlarımla her zaman gittiğimiz hayvan barınağında buluştuk. Burası aslında küçücük bir yer. Birkaç hayvanseverin elbirliğiyle inşa ettikleri iki odalı bir bina. Ben ve arkadaşlarım da buraya gelip çalışanlara yardım ediyor, işimiz bitince de hayvanlarla oynuyorduk. Ben en çok Boi adındaki küçük köpekle oynuyordum. Beni her gördüğünde kuyruğunu heyecanla sallayıp üzerime atılırdı. Mert’in en çok ilgilendiği ise Paşa adındaki papağandı. Mert, derslere pek meraklı değildi ama çok iyi bir arkadaştı. Bizi hep güldürürdü. Yemeklerle de arası çok iyi olan Mert, birazcık da kiloluydu. Papağanı her defasında eline alır, kıvırcık saçlarına oturtur, odada durmadan gezinirdi. Sonra eline alır ona “Mert harika!” demeyi saatlerce öğretmeye çalışırdı. Okulumuza bu yıl gelen Burak ise tam bir bilim adamı gibi görünürdü. Bize göre o, bir matematik dehasıydı.

Biz hayvanlarla oyun oynarken o, bir köşeye çekilir, balıklarla ilgili kitaplar okurdu. İlayda ise benim en eski arkadaşlarımdandı. Uzun boylu, spora ve çizime meraklıydı. Sakin, uslu duruşunun yanında, bazen beraber olduğumuzda çılgınca şeyler de yapabiliyordu… Barınağa her geldiğinde yanında mutlaka bir top olurdu ve köpeklerle top oynardı…

Aradan birkaç saat geçtikten sonra hepimiz yorgun düşmüştük. Hayvanları barınağa geri koymaları için çalışanlara yardım ettikten sonra, yan taraftaki kurak araziye bir örtü yayıp yere oturduk. Mert, cebinden çıkardığı kocaman çikolatayı parçalara ayırıp, hepimize birer parça verdikten ve kendine de kocaman bir parça ayırdıktan sonra, yanımızdan ayrılıp içeriye koştu. “Kesin yine papağanın yanına gitmiştir” dedi Nehir. Hep birden gülüştük. Mert’in sesini ta oturduğumuz yerden duyabiliyorduk; “Mert harika, Mert harika…”

Kalkıp bir de onun yanına gittik. İçeri girdiğimizde sesler yok olmuştu. Mert ortalarda yoktu. Derken, “Buna bakmanız lazım” deyip bizi yanına çağırdı. Kaçan papağanı kovalamak için ta öbür odaya kadar koşmuştu. Kuşu saklandığı yerden alıp, kafesine geri koymuş ve bu arada dikkatini bir şey çekmişti. Bir kapı. Daha önce hiç görmediğimiz, bembeyaz, etrafı işlemeli, ortasında kocaman bir anahtar deliği olan küçücük bir kapıydı bu…

Birbirimizin yüzüne bakıp “Bu da ne?” dedik. Kapının diğer tarafında ne vardı acaba? Mert defalarca “Açalım mı?” diye sordu. Burak gözlüklerini takıp kapıyı incelemeye başladı. Ellerini kapının üzerinde gezdirip, kendi kendine bir şeyler söylüyordu. Nehir ile ben de merakla yanına gidip ne yaptığını sorduk.

Dayanamayıp kapının kolunu yavaşça çevirdim. Kapı gıcırdayarak açıldı. Diğer taraftan bulunduğumuz yere bir ışık süzülüyordu. İlayda eğip ne olduğuna baktı. Çok geçmeden onun çığlığını duyduk.

Hepimizi bir merak sarmıştı. Aynı anda hepimiz eğilip baktık. Bu gerçek olamazdı!

Önce Burak kapıdan geçti. “Denklemler aşkına! Bu da ne böyle?” diye haykırdı. Arkasından Mert eğilip, yerden sürünerek girmeye çalıştı. Giriş dar olduğundan İlayda ile ben onu arkadan itmek zorunda kaldık. Derken, hepimiz kapının diğer tarafındaydık.

Ayaklarımızın altında hissettiğimiz yumuşak zemin çimenlerdi. Şaşkndık! Eğilip çimenlere dokunduk. Gerçekti. Yemyeşil, uçsuz bucaksız bir araziydi karşımızdaki. “Buralara çok yağmur yağıyor herhalde” dedi Burak. Gökyüzü masmaviydi, güneş parlıyordu. Uzun bir süredir böyle güzel bir manzara görmemiştik. Bizim, kupkuru kurak ovalarımızı düşününce burası bir cennetti. Tertemiz havayı içimize çektik. Mutlulukla kendimizi yere atıp yeşilliğin içinde yuvarlanmaya başladık. Sonra kalkıp etrafa bakmak için yürümeye başladık. Yürüdük, yürüdük, yürüdük… Ama etrafta çimenden başka hiçbir şey yoktu.  ne bir ağaç, ne bir kuş, ne de evler vardı. Bizden başka hiç kimseler yoktu… Burak’ın gözlerinde birden bir korku belirdi. “Bence buradan gitmeliyiz arkadaşlar” dedi. “Baksanıza, burada tek bir insan bile yok!” hepimiz ona hep bir ağızdan bu kadar korkak olmamasını söyledik ve yürümeye devam ettik. 

Biraz ileride, yerden biraz yüksekte, havada asılı duran parlak bir şey gördük. İlayda ile hemen koşup ne olduğuna baktık. Bu bir kalemdi. Altın renkli, parlak bir kalemdi. Uzanıp onu elime aldım. Ona dokunur dokunmaz elim parlamaya başladı. Çok şaşkındık. Bir mucize yaşıyorduk. İlayda hemen onu elimden aldı. Şimdi onun eli de parlıyordu. Diğerleri de koşarak yanımıza geldiler. Kimseden çıt çıkmıyordu. Bizi izliyorlardı…

İlayda, Burak’ın çantasından bir kağıt alıp, bir kedi resmi çizdi. Aniden eli kağıtla beraber titremeye başladı. İlayda korkuyla kâğıdı yere fırlattı. Çimlerin üzerindeki kâğıttan gözümüzü kamaştıran bir ışık patlaması gerçekleşti. Ve ardından bir kedi sesi duyduk. Evet! gözümüzün önünde capcanlı bir kedi duruyordu. Tam da İlayda’nın kâğıda çizdiğine benziyordu… Şaşkınlık içinde bir kaleme bir de kediye baktık. Kedinin yanına gittik ve bunun nasıl olduğunu çözmeye çalıştık…

Herkes sırayla bir şeyler çözmeye başladı; Ben, çok sevimli bembeyaz bir tavşan çizdim. Kâğıt titremeye başladı ve aynı ışık patlamasının ardından bembeyaz, minicik bir tavşan etrafımızda dolaşmaya başladı… Şaşkınlığımız giderek azalmış, yerini eğlence almıştı. Arkasından Mert, kocaman bir hamburger, Nehir, bir papatya bahçesi, Burak ise içi balık dolu bir göl çizdi. Bu bir mucizeydi…

Bulduğumuz kalemle bir süre eğlendikten sonra akşam olduğunu fark ettik ve üzüntüyle evlerimize döndük. Yolda giderken, olanları kimseye anlatmayacağımıza dair birbirimize söz verdik.

Gece yattığımızda tüm bu olayları düşünmekten uyuyamadım. Sonra Zonia’yı düşündüm; kurak ovalarımızı, hala sokakta yaşayan ve barınağa bir türlü  alamadığımız hayvanları, yoksul, aç insanları ve terörü… Küçücük bir kapıdan içeriye girdik ve kocaman bir huzur bulduk. Bu kalemle bütün bu sorunlardan kurtulabilir miydik? “Yarın tekrar toplanmamız lazım” diye düşündük. Tüm bu düşüncelerle uykuya daldım.

Cumartesi sabah erkenden kalkıp gruba buluşmamız gerektiğini ve çok önemli bir şey söyleyeceğimi anlatan bir mesaj gönderdim. Barınağa vardığımda herkes oradaydı. Sanırım Mert yüzünü bile yıkamamıştı. Çünkü gözlerini açamıyordu. Burak ise elinde sandviç ile gelmişti. İlayda ile Nehir ilk defa saçlarını taramadan evden çıkmışlardı.

Nehir “Neden bizi sabah sabah çağırdın?” diye sitemle sordu. Ben de onlara bütün gece boyunca düşündüklerimi anlattım. Amacım, yeni bir ülke yaratmaktı.

Uzun bir tartışmadan sonra bunu yapmaya karar verdik. Heyecanla kapıyı açıp içeriye girdik. Etrafa şöyle bir baktık. Yemyeşil bir ormanımız olmalıydı; içinde hayvanların rahat yaşadıkları… İçinde türlü türlü sebze ve meyvelerin yetiştiği verimli araziler. Her ailenin içinde huzur ve güvenle yaşayabileceği evler… Tertemiz bir ülke. Paranın, kavganın, terörün, zamansız ölümlerin olmadığı bir ülke. Mutlu insanlar, mutlu bir hayat. Bu ülkede tek bir kural olacaktı; herkesin herkesi sevmesi ve çalışkan olması. Karşılığında da ihtiyacı olan her şeyi alabilmesi…

Kolları sıvadık. Burak, bu kez bir top kâğıtla gelmişti. İlayda kalemi eline alarak merakla bize baktı. “Evet arkadaşlar, nereden başlıyoruz?” Mert “Keşke hepimiz aynı anda çizebilsek” diye içini çekti. İlayda hemen bir kâğıdın üzerine dört adet kalem çizdi ve saniyeler içinde herkesin bir kalemi oldu. Nehir, yemyeşil, içinde mutlu hayvanlar olan kocaman bir orman çizdi. Ben, taştan, kiremit çatılı, bacaları olan renkli evler çizdim. Mert, en sevdiği meyve ve sebzelerin resimlerini, Burak, kocaman bir okul, İlayda ise kocaman bir şelale resmi çizdi. Elimizdeki kâğıtlar bir titremeyle yere fırladı ve çıkan ışık, o kadar parlaktı ki, güneş aşağıya inmiş gibiydi. Hepimiz olduğumuz yerden birkaç adım geriye çekildik ve olanları izlemeye başladık. Her şey tek tek yerine oturuyordu. O kadar büyük bir gürültü kopmuştu ki, sanki her şey gökyüzünden düşüyor ve gidip yerine konuyordu. Derken, kuşların cıvıltılarını, şelalenin sesini, ağaçların rüzgârda sallanan dallarının seslerini duymaya başladık.

Son bir işimiz kalmıştı; kurallar. Kocaman bir kâğıdın uçlarından tutup yere koyduk. Herkes kâğıdın etrafına oturdu. “Evet arkadaşlar” dedim. “Şimdi sıra, ülkemizin en önemli kuralını ve adını yazmakta. Fikri olan var mı?”

Nehir, gözleri parlayarak “Buldum! Masalya. Ülkemizin adı Masalya olsun” dedi. Hepimiz bu fikri beğendik. Masal gibi bir ülke yaratmıştık. Adı da “Masalya” olmalıydı. Kâğıdın en tepesine kocaman harflerle “Masalya” yazdık. Sonra da her birimiz kâğıdın köşelerine yasakları çizdik. Ben, terörü anlatan bir resim çizip üzerine yasak anlamına gelen X işareti koydum. Diğerleri de sırayla kavga, anlaşmazlık, çirkin davranışları konu alan resimler yapıp, benim yaptığım gibi X işaretiyle yasak anlamını verdiler. Ev et, kurallarımız bu kadardı. Kâğıdı yere bırakıp birkaç adım geriye çekildik. Güneş kadar parlak bir ışığın arasında kayboldu. İşe yaradığını biliyorduk. Bu ülkede yaşayan insanlar terörün, kavganın ne olduğunu bilmeyen insanlar olacaktı.

Aradan bir ay kadar bir süre geçmişti. Masalya, mutluluk ülkesi olarak tanınıyordu. Komşumuz Osman Dayı’nın bile kedilerle olan muhabbeti görülmeye değerdi. Cansu, artık hayvanlar için ağlamıyordu. Ben ise artık sokaktan gelen kavgaların sesleriyle uyanmıyordum…

Alarm zili çaldı. Uyandım. Başucumdaki telefonu hemen alıp tarihe baktım. Olamaz! BU GÜN MATEMATİK SINAVIM VAR!

Bu haber toplam 2472 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 265. Sayısı

Adres Kıbrıs 265. Sayısı