Hayat Akarken Ben, Sen, O...
Hiç duyup görmediğimiz kadar ard arda can kayıpları yaşadık bu yıl ne yazık ki... Hepsi huzur içinde yatsınlar... Ölüm gerçeğini tüm iliklerimize kadar hissettik, hayatın kepenklerini çoğunlukla kapalı tuttuğumuz bu bir yılda... Ve ölüm gerçeği ile bu denli yüzleşmek beraberinde amaçsızlığı getirdi pek çoğumuz için. ‘Nasılsa öleceğim’, ‘Yarın ölmeyeceğimin garantisi yok! Niye yapayım ki?’, ‘Diyelim ki yaptım, ölüp gidince ne anlamı olacak’ ... Hemen her gün duymaya başladığım cümleler olmaya başladı...
Sosyal hayatımız, deşarj olma alanlarımız elimizden alındı, maddi gücümüz tükendi tükenecek, sevdiklerimizi göremez olduk. Hayatla olan hemen tüm yaşamsal bağlarımız koptu özetle. Tüm bu büyük ve yoğun stres faktörleri ile baş etmeye çalışırken bir yandan da ‘Ölüm var’ gerçeği tokat gibi çarptı yüzümüze...
Evimiz Esir Kampı Virüsler Kurşun
Ruhen ve fiziken varoluşsal bir mücadele içindeyiz aslında. Psikolojik bir savaş, bir varoluş mücadelesi veriyoruz. İnsanın yaşamda iki temel hedefi var der Freud ‘Hayatta kalmak’ ve ‘Üremek’... Etrafımızda ölümden korkan kişi sayısı kadar çocuk sahibi olmaya girişen kişi olması bir tesadüf değil yani! İnsanoğlu hayata tutunmaya çalışıyor... Yani bir yandan amaçsızlık bir yandan da hayata anlam bulma ve hayata tutunma çabası içinde sürükleniyoruz... Hepten bırakamıyor insan ipleri; o umut hep bir yerlerde elinden tutup kaldırıyor onu. Ancak sürece etki gücümüz o denli az ki, hemen her ayağa kalkış yeni bir düşüşle sonlanıyor pek çoğumuz için. Umuda da kızgın artık insan... Kendi ile kendi içinde kavgada... Çaresizliğe sürükleniyor belirsizlikle beraber...
Kiminle konuşsam tükenmiş, adım atmıyor, Depresyon zilleri çalıyor... Ve gözünü karartan çaresizlik yanılgısı ile geri dönüşü daha zor yollara sapmak üzere... Evliliği iyi gitmezken vakit geçsin, bir amaca bağlanmış gibi hissetsin diye çocuk yapmayı düşünüyor mesela. İşinden uzak kaldıkça iş yerini kapatıp evine kapanmayı düşünüyor. Ya da her şeyi bırakıp, kimsenin olmadığı uzaklara gitmeyi... Çünkü unutmuş işinden aldığı tadı, unutmuş sevdikleri ile geçirdiği zamandan aldığı keyfi, nasılsa hayatın bir yere gideceği yok; bari ben gideyim diyor... Hepinizi anlıyorum ama arada silkinip kendinize gelmekte de fayda olduğunu düşünüyorum. Gideceğiniz yere karamsarlığınız da sizinle gelecek... Bildiğiniz işinizden vazgeçtiniz diyelim hiç bilmediğiniz bir iş mücadelesine girmek zorunda bırakmayacak mı sizi hayat? Ya da ‘bari çocuk yapayım’ diye yaptığınız o çocuk o sorunlu evde büyümeyecek mi? Ve sizi o ilişki içinde daha bağımlı hale getirmeyecek mi?
Peki ne yapmalı?
İçinden geçtiğimiz süreci hapiste olmaya benzetiyorum ben. Ve Nazım Hikmet’in mısralarına sığınıyorum;
Diyelim ki, hapisteyiz,
Yaşımız da elliye yakın,
Daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
İnsanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
Yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
Hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…
Kolay değil biliyorum. Ama yaşama, umuda tutunmayı bırakır, amaçsızlık batağına saplanırsak bu ruhumuza eziyet etmekten başka bir sonuca götürmez bu durum bizi. Mevcut koşullarınızı masaya yatırın ve yeni keyif alabileceğiniz, deşarj olabileceğiniz alanlar belirleyin... Yaşamak hem çok ciddi bir iş hem de çok ciddiye alınmaması gereken bir iş... Hayatınızın iplerini elinize alın. Yeterince ağladık, sızladık, şikayet ettik. Şimdi vakit gerçekleri kabul edip uyumlanma zamanı! Yani size diyebilirim ki;
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…