Hayatı boyunca anneciğimin en mutlu olduğu yer: Alona diye bir köy.... (2)
Rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’ın tüm hayatı boyunca belki de en mutlu olduğu ve en güzel hatıralarının bulunduğu yer Alona köyü idi... Dünkü yazımızın devamı şöyle:
ANNEMİN ALONA HATIRALARI...
Hatıralarını kaleme aldığı defterinde, rahmetlik anneciğim Alona hatıralarını şöyle yazıyor:
“Oğlum Alper henüz iki yaşındaydı... O yıl, Haziran 1949’da, Fikri Bey ve hanımı Mürüde Hanım ile kızları Filiz ve Konca’yla bir dağ köyü olan Alona’ya gitmiştik. Köyde Lefkoşa’dan pek çok aile vardı – Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar, bu köye yaz tatilini geçirmeye, hava tebdiline gidiyorlardı.
Köyde badem, fındık, ceviz ağaçları vardı, incir, üzüm, elma, armut ağaçları vardı ve her tür sebze de yetişiyordu burada... Alona’nın havası çok temizdi... Sabah erkenden kalkıyor ve tepelere doğru yürüyorduk, fındık ağaçlarına bakıyorduk – tepelerden baktığınızda, sanki de ayaklarımızın altına yeşil bir halı serilmiş gibi duruyordu... Hiç kimse, bir diğerinin bahçesine incitmiyor, oradan bir şey kesmiyordu... Bu köyde hırsızlık duyulmuş bir şey değildi.
Mürüde Hanım’la ben çocuklarımızla birlikte yalnız kalıyorduk Alona’da, pencerelerimiz açıktı... Hiç kimse bize yan gözle bakmıyordu!...
FODİSTRA’DA KAHVALTI...
Her sabah kahvaltımızı “Fodistra” denen bir yerde ediyorduk... Burası suların aktığı bir yerdi, şarkılar türkülerle evden getirdiklerimizi paylaşıyorduk kahvaltıda...
Oğlum çok küçük olduğu için bulduğu herşeyi evin balkonundan aşağı atıyordu. Bir keresinde bir şilin alıp bunu da aşağıya atmıştı... Aşağıda oynamakta olan birkaç Kıbrıslırum çocuk, bu şilini bulup bize getirmişlerdi yukarıya... Çok etkilenmiştim ve onlara yemeleri için şeker verdim... Bu Kıbrıslırum çocuklar her gün oğlumun aşağıya attığı bir oyuncak veya bir kaşıcık bulup yukarıya bana getiriyorlardı...
Yolların yakınında büyük kazanlar vardı, bunlarda hellim yapıyorlardı ve hiç kimsecikler de bu kazanlara incitmiyordu...
Bu köyde çocuklar küçük yaşlardan çalışmaya başlıyorlardı, henüz üç yaşından itibaren... Küçük tenekecikleriyle çiçekleri suluyorlar ve tavukları yediriyorlardı... Anneleriyle babaları tarlalarda çalışmaya giderken, çocuklar evde kalıp çalışıyorlardı. Aç olsalar dahi, ağaçlardaki hiçbir meyvayı koparmıyorlar, anne-babalarının eve dönmesini bekliyorlardı...
TATİLE GELEN TEK KIBRISLITÜRK AİLE...
Ertesi sene yazın Mürüde Hanım ve ailesi Alona’ya gelmediler ancak biz yalnız gittik – burada tatile gelen tek Kıbrıslıtürk aile olmuştuk o yıl... Üç aylığına bir ev kiralayarak orada kaldık. Yanımızda Marina adlı bir Kıbrılsırum hanım vardı. Kocası tüccardı, bir oğlu ve bir kızı vardı. Çok iyi vakit geçirdik. Çocuklarımız kardeş gibi oynuyorlardı... Oğlum iki ay boyunca hiç konuşmadı ve sonra Kıbrıslırum arkadaşına ansızın şöyle dedi: “Ela re Hambi, nabezumen...”
Eşime çağırıp “Dinle!” dedim, “Oğlumuz Rumca konuşuyor!”
Eşim bana inanmamıştı! Dinlemeye başladı...
Kıbrıslırum çocuk oğluma, “Di nabezumen?” diyordu, oğlum da “Nabezumen prilya” diyordu, sonra da oynamaya ve konuşmaya devam etmişlerdi... Kızım da arkadaşlarıyla Rumca konuşmaya başlamıştı... Böylece çocuklarımız Rumca konuşmayı öğrenmişti...
HER GÜN BİR EVDE TOPLANIYORDUK...
Her gün bir evde toplanıyorduk, tatlılar yapıyorduk, yemek tariflerimizi paylaşıyorduk...
Arkadaşımız Hristalla, “Şarlot” tatlısını çok güzel yapıyordu. Bize tarifini vermişti. Marina harika pastalar yapıyordu... Irini ise bize “Dahdilikya”yı nasıl yaptığını anlatıyordu... Ben de onlara simit helvası yapmıştım, simit ve bademle yapılan helvadan...
Öğleden sonraları hep beraber kahvehanelere gidiyorduk. Köyde üç kahvehane vardı. Her gün farklı bir kahvehaneye gidiyorduk, böylece bu ziyaretlerimizden eşit derecede yarar sağlayabiliyorlardı... Burada ceviz macunu veya pasta yiyor, kahve içiyorduk.
Kıbrıslırum kadınlar birbirlerine çok yardım ediyorlardı. Eğer birisi bir hırka işlemek istiyorsa, kadınlardan biri kollarını, bir diğeri önünü veya arkasını işliyor, böylece bir haftaya kalmadan hırka işlenip bitiriliyordu. Ayrıca birbirlerine çeşitli nakışları öğretiyorlardı... Onların birbirlerinin arkasından konuştuklarını tek bir defa bile duymadım...
KIBRISLIRUM KONUKLARIM İÇİN SULU MAHALLEBİ...
Genellikle Cuma günleri bana geliyorlardı... O gün, genelde yağsız şeyler yiyorlardı... Onlara ne ikram edeceğim konusunda sıkıntı yaşamıştım – helva, kurabiye ya da pasta yapamazdım ki yağsız! Sonra aklıma onlar için Sulu Mahallebi yapmak geldi... Bu mahallebiyi suyla ve gülsuyuyla ikram edecektim... Derhal büyük bir tencere dolusu mahallebi yaptım... Gülsuyu yerine gül şurubuyla ikram edecektim sulu mahallebiyi kendilerine...
Ziyaretçilerim geldi... Onlara sulu mahallebi ikram ettim... Çok beğendiler mahallebiyi ve gülüyorlardı! İkram ettiğim mahallebiyi beğendikleri için çok mutlu olmuştum...
“Nasıl böyle bir şey geldi aklına?” diye sordular bana...
“Bugün yağlı bir şey yemediğiniz için, ben de sizlere mahallebi yapmayı düşündüm” diye cevap verdim.
ANDRULLA DİYE BİR KIZ...
Alona’ya üçüncü gidişimizde Andrulla’yla tanıştık. 15 yaşlarında genç ve güzel bir kızdı... Bir gün bizi ziyarete geldi ve çocuklarımıza fındık ve ceviz getirdi... Oğlum Alper artık dört yaşında olmuştu, kızım İlkay da yedi yaşındaydı... Andrulla, çocuklarımla arkadaş olmuştu...
“Eğer istiyorsan sana yardım edebilirim” dedi bana... Ben de ondan, çamaşırları yıkayacak birisini bulmasını istedim.
“Ama ben çok iyi çamaşır yıkarım, para da istemem” dedi bana...
“Yok” dedim, “eğer çamaşır yıkayacaksan, o zaman para da alman lazım...”
“Ama siz köyümüzde misafirsiniz, benim sizden para almam ayıptır!” dedi bana...
“Tamam” dedim, “sen gel, çamaşırları yıka da bir şekilde anlaşmanın yolunu buluruz!”
Çok mutlu olmuştu... O gün köfte yapmıştım...
“Kal ki birlikte köfte yiyelim” dedim Andrulla’ya...
Ertesi sabah Andrulla gelmişti... Evde büyük bir kazan vardı... Avluda ateş yakıp su kaynatmıştı. Uyandığımda Andrulla’yı temizlik yaparken buldum... Su kaynıyordu... Çamaşırları ona verdik ve derhal yıkmaya başladı. Önce beyazları yıkadı, sonra da renklileri...
“Gel birlikte kahvaltı yapalım” dedim ona.
“Ama ben evde kahvaltı yaptım zaten” dedi.
O zaman ona meyva verdim... Sonra öğle yemeğini pişirdim ve hep beraber yedik... Ona beş şilin verdim fakat kabul etmek istemiyordu. Beş şilinin çok fazla para olduğunu düşünüyordu. O günlerde çamaşır yıkayanlar beş şilin alırdı... Sonuçta parayı aldı ve gitti.
Ertesi sabah gelerek “Giriya Niyazi, neredesin? Oğlunu eşekle fındık toplamaya götürmeye geldim” dedi.
Biraz düşündüm:
“Peki ya eşekten düşerse?”
“Böyle bir şey olmayacak, hiç kaygılanma, benim çocuğummuş gibi bakacağım ona... Akşamüstü de onu sağ salim size geri getireceğim...” dedi.
Alper de gitmek istiyordu, böylece gitmesine izin verdim. Bir sepete ekmek, hellim, peynir, bir portokal, bir elma ve küçük bir şişe su koydum. Böylece gittiler... Oğlum eşeğin üstünde çok mutluydu... Akşamüstü eve geri döndü, sepeti fındık, ceviz ve badem doluydu... Her gün Andrulla geliyor ve onu ovalara götürüyor, birlikte fındık-badem-ceviz topluyorlardı... Hemen her gün bize geliyordu Andrulla, silip süpürüyor, su taşıyordu bize... Bazan ona hediyeler alıyorduk ve o zaman çok mutlu oluyordu. Alona’da kaldığımız sürede bize hep yardım ediyordu... Keşke şimdi de böylesi güzel, mutlu günler yaşayabilseydik...”
Annem hatıralarında böyle yazıyordu...
ÖLMEDEN ÖNCE ONU ALONA’YA GÖTÜRDÜM...
Tek tesellim, o vefat etmeden önce becerip de onu Alona’ya götürebilmiş olmamdı...
2003 yılında barikatlar açılır açılmaz onu Alona’ya götürmenin yollarını aramaya başlamıştım – sonra bir arkadaşımın annesi ve babası bizi Alona’ya götürdüler ve böylece annem çok mutlu oldu...
Ancak köy aynı köy değildi – neredeyse bomboştu köy... Ablam, köyden birşeyler almamızı istemişti kendisi için, onun için satın alacak hiçbir şey bulamamıştık... Bize köyün ancak yaz aylarında canlandığını söylediler. Ancak o dönem insanlar köye geliyordu...
Tek bir Kıbrıslırum kadınla karşılaştık ki o annemi hatırlıyordu... Durup sohbet ettiler. Annem, kiraladıkları evi buldu, evin önünde durup fotoğraf çektik... Bu kadın Andrulla olabilir miydi? Belki de oydu... Ama belki de değildi... Aklımda kaldığı kadarıyla bu kadın Andrulla’ydı fakat yüzde yüz emin de olamıyorum...
Alona da geçen yıllardan nasibini almıştı: Artık köyde tek tük insan yaşıyordu – herkesin işi, okulu şehirlerdeydi, bu yüzden Alona ancak yaz aylarında gidilecek bir tatil yerine dönüşmüştü... Yerli halk erimiş gitmişti köyden, başka yerlere gitmişlerdi ve köy ıssız bir yere dönüşmüştü...
Yine de annem mutluydu...
Yıllarca bize anlatıp durduğu, çok sevdiği, hayatında en mutlu olduğu yerdeydi: Alona’da...
Alona’ya yakın bir yerde durup öğle yemeği yedik... Sonra Lefkoşa’ya döndük... Bölünmüş ülkemizde, hayattan birkaç saat çalmıştık, 70 küsur sene önceki hatıralarına geri dönsün diye anneciğim... İyi de öyle yapmıştık...
ALONA NEDEN ÖNEMLİYDİ...
Barikatlar açıldıktan iki sene sonra annem vefat etti, dünyadan ayrıldı... İçimde büyük bir boşluk bıraktı – onun yokluğuna asla alışamadım, ölünceye kadar da alışamayacağım... Her gün onu anıyorum, ondan bana kalan hatıralarımızı düşünüyorum... Alona’ya neden bu kadar değer verdiğini düşünüyorum... Çünkü o dönem henüz iki toplumlu çatışmalar yaşanmamış, milliyetçilikler hayatları etkilememiş, henüz insanlar birer insan gibi muamele görmekteydi... Bir Kıbrıslırum köyünde, tek bir Kıbrıslıtürk aile, tek başına tatil yapabiliyor, hoflanmıyor, korkmuyordu – kimsenin aklından da onlara incitmek, onlara kötü gözle bakmak geçmiyordu... Tam tersine, “Siz bu köyde misafirsiniz” diyerek, yaptıkları işler karşılığında para almak dahi istemiyorlardı... Kısacası, onları el üstünde tutuyorlardı... Kıbrıs işte böylesi güzel günler de yaşamıştı – her ne kadar bize unutturulmak istense ve herşey çok kötüymüş, herkes çok adiymiş gibi izlenimler yaratılmak istense de...
Umarım bizler de anneciğimin Alona’da yaptığı gibi güzel hatıralar yaratmak için geç kalmayız... Kıbrıs’ta barış ve yeniden birleşme için müadele ediyoruz ki evlatlarımız ve torunlarımız, Alona gibi güzel köylerde ortak hatıralar oluşturabilsinler bir gün...
Buradan eğer hayattaysa Andrulla’ya selamlarımı göndermek istiyorum...
Eğer annem gibi vefat etmişse, ışıklarda olsun...
Umarım bir gün birbirimizin köylerinde rahmetlik anneciğimin yıllar önce yaptığı gibi tatil yapabiliriz, kendi topraklarımızda özgürce dolaşıp özgürce yaşayabiliriz...
İşte bu nedenle yurdumuzun birleştirilmesi ve barış için mücadelemizi devam ettirmeliyiz...
Rahmetlik anneciğim (sağda) Türkan Uludağ, 2003'te barikatlar açıldıktan sonra gittiği Alona'da karşılaştığı bir Kıbrıslırum kadınla birlikte...
Baflı Kıbrıslırum arkadaşları Ufuk Tamson’u unutmadı....
Ufuk Tamson, Baf’ı tutkuyla seven bir arkadaşımızdı... Her fırsatta Baf’a gider, zivaniya yapımına katılır, oradaki Kıbrıslırum arkadaşlarını ziyaret ederdi...
Ufuk Tamson vefat ettikten sonra Baflı Kıbrıslırum arkadaşları onu hiç unutmadı...
Ufuk Tamson’un ölüm yıldönümünde, bir gazete ilanı vererek onu andılar...
Ulus Irkad arkadaşımız bu konuda sosyal medya paylaşımında şöyle yazdı:
“Barış için Baf’la temaslar kurarak oradaki Baflı Kıbrıslırumlar’la kardeşlik ilişkileri kuran Baflı arkadaşımız Ufuk Tamson’a Baflı Kıbrıslırum arkadaşlarından vefa örneği... Ufuk Tamson’un ölüm yıldönümünde, Baf’ta yaşayan Kıbrıslırum arkadaşları, Kıbrıslırum basınına ölüm yıldönümünde bildiri verdiler ve arkadaşlarını andılar, vefa örneği gösterdiler... Teşekkürler sevgili arkadaşlar... Bu dostluk hiç ölmeyecek...”
PAZARTESİ DEVAM EDECEK