Hayatımda kitap...
Kıvırcık Keziban: Uzun uzun cümlelerle dolu, kalın ciltli, çok sayfalı, korkutucu görünüşlü kitaplar... İşte annemin kitaplığında, tozlarını alırken gördüğüm kitaplar hakkında ilk düşüncelerim bunlardı
Feminist Atölye (FEMA)
Kıvırcık Keziban
Uzun uzun cümlelerle dolu, kalın ciltli, çok sayfalı, korkutucu görünüşlü kitaplar... İşte annemin kitaplığında, tozlarını alırken gördüğüm kitaplar hakkında ilk düşüncelerim bunlardı. Küçük yaşımda, toz almayı düzgünce beceremesem bile, elimde koca bir toz bezi, okumayı bilmediğim için, büyüklüklerinden, kalın ciltlerinden korktuğum kitapların arasında ellerimi dolaştırıp dururken sessizce aklımdan geçirdiğim çocuk düşüncelerim... Kokusuna bayıldığım bu kitaplarda ne kadar güzellikler saklı olduğunu bilmeden, gökkuşağının bütün renklerini göz kamaştırıcı parlaklıkla taşıdıklarını bilmeden, bilinmeyenden çekinen, korkan her çocuk gibi korkardım kitaplardan o günlerde. Hele de kapları kalın ciltli olanlarının, okunması en zor ve sıkıcı kitaplar olduğunu düşünürdüm... Okumayı nasıl öğrendiğimle ilgili hiç anı yok aklımda. Demek ki kolayca öğrenmişim diye düşünüp kendimle övünüyorum şimdilerde. Ama kitaplarla aramda duygusal bir bağ kurmam, okumayı öğrendiğim ilk yıllara rastlamaz. Bunun aksini söyleyebilmeyi isterdim tabi ki ama öyle romantik bir bağlantı kuramayacağım ne yazık ki... Ödev olduğu için kitap okuduğumu ve sayfaları sayarak bitmesini beklediğimi hatırlarım o günlerin anıları arasında. Ama hiç unutamadığım bir sahne var ki, işte o an, kitabın hayatımdaki anlamı değişti. Kitap, ödev için okunmamaya, mutluluk verici bir kaynak olmaya başladı. İlkokulun son yıllarında olduğumu tahmin ediyorum, televizyonda çok kanallı yayınlar yoktu. TRT’nin öğleden sonra yayınlanan çocuk kuşağını salonda dolanarak izliyordum. Şimdi bile televizyonu izlediğim yer, salonun ortasında tur atarken mıhlanmış gibi duruşum ve beni etkileyen cümleleri hazmetmem, bugün gibi capcanlı gözümün önünde.” Kitap okumayı televizyondan duyduğun bir iki dokunaklı cümle ile mi sevdin?” diyeceksiniz bana. Evet, tam da öyle oldu. Ne sürükleyici bir hikâyenin heyecanına kapıldım, ne de dokunaklı ve duygusal bir kitabın ardından kendimi kitapların dünyasına kaptırdım... İki güzel ve anlamlı cümle beni tavlamaya yetti. Sokakta bir banka oturup kitap okuyan bir çocuğun yanına yaklaşan bir kadın, ona burada neden tek başına oturduğunu soruyor, o da tek başına olmadığını, arkadaşları ile gezdiğini söylüyor. Kadın çocuğa terslenerek bakınca, çocuk yalnız olmadığını, okuduğu her kitabın onu farklı dünyalarda yolculuğa çıkardığını, yeni arkadaşlar edindiğini ve her kitabı kendisi yaşıyor gibi okuduğu için de çok güzel, çok zengin anıları olduğunu söylüyor. Belki basit, ama benim ihtiyacıma cevap veren bir kapının açılmasını sağlayan çok güzel cümlelerdi bunlar. O günden sonra ödev olduğu için değil, yeni arkadaşlar edinmek için, yeni maceralara atılıp evde kapalı geçen kış günlerimi renklendirmek için seve seve kitap okumaya başladım. Kapağını açtığım her kitapta, hep yeni maceranın ne olacağı heyecanını, merakını yaşadım. Gerçekten de her anını yaşayarak okudum kitapları. Tek başıma yatağın ortasında kahkahalarla güldüğüm, hıçkıra hıçkıra ağladığım, ya da kitabın en heyecanlı yerinde uçurumdan düşmemek için yatağın kenarına tutunduğum, korsanlardan kaçarken tam yakalanacakken korkup, kitabı hızla kapattığım gibi hemen yorganın altına saklandığım... Çok anlar olmuştur. Yaşım büyüdükçe okuduğum kitaplarında sayfa sayıları arttı. O korktuğum kalın ciltli kitaplar artık rafta sırt sırta yaslanmış dostlarım, arkadaşlarım oldular.
Üniversite yılları boyunca Ankara’daki büyük küçük pek çok kitapçının kapısını kaç kez aşındırdığımı şimdilerde hatırlamıyorum bile. Pırıl pırıl gösterişli kapaklarıyla piyasaya yeni çıkan kitaplardan, yılların ağırlığıyla haşmetli bir şekilde rafları dolduran dünya klasiklerine kadar, öğrenci harçlığımın, önemli bir kısmını bıraktığım kitapçılar sokağını hiç unutamam. Ama sadece popüler kitapçılara giderek kitapları sevdiğini söyleyenlere inanmayın sakın! Asıl hazineler tozların içindeki eski kitapçıların raflarında saklıdır. İkinci el demek biraz iyimserlik olan o tozlu, sararmış ve kenarı kıvrılmış sayfaları olan, kim bilir kaç sahip değiştirmiş eski kitaplar her zaman için benim favorim olmuştur. Sahaflarla ilk karşılaşmam ders kitaplarımı ararken olmuştu. Kitabın ikinci elinin satıldığını bilenlerden değildim oraya gidene kadar. Ama neler bulunabileceğini hiç bir zaman hayal bile edemeyeceğiniz anılar sandığıdır yerde duran o kitap sandıkları. Kitabın seni alıp götürdüğü dünyanın yanı sıra, önceki sahiplerinin izlerini taşıdıkları için de bana daha sıcak, daha samimi ve değerli gelirdi o kitaplar. Sayfalar arasında gördüğüm küçük notlardan, kendimce hayat hikâyeleri uydurur, aşkları, özlemleri, umutları olan insanlar çizerdim kafamda. Altı çizili cümleler görürsem iki defa okuyup, neden bundan etkilenmişler acaba diye düşünürdüm. Kitaplarla zenginleşen, renkli bir dönemdir benim için üniversite yıllarım. Çocukluğumdan beri yıllar içerisinde pek çok ihtiyacıma hep cevap bulduğum destekçim olmuşlardır kitaplar. Yalnız hissettiğim zamanlarda yanımdaki ikinci kişi olup beni arkadaşlayan, yolumun tıkandığı zamanlarda bana başka yollar olduğunu hatırlatan, en kötüsünü düşünürken çıkış yoluna ışık veren kitaplar olmuştur. Bazen bir kelimeyle, bazen dokunaklı iki dize şiirle... Ruhu güçlendiren, sözcüklerle duyguların ifadesini sağlamlaştıran güzelliklerdir kitaplar.
Ama yıllar içinde büyüdükçe, olgunlaştıkça, kitaplara karşı olan o arsızlığımın yerini artık seçicilik aldı. Değişen karakterimle, fikirlerimle paralel olarak, daha seçici ve okurken eleştiren bir bakış açısına sahip bir kişi oldum. Yapmayı hiç sevmediğim, mecbur olmadıkça da yapmamaya çalıştığım bir şeyi yaptım geçenlerde ve okumaya başladığım bir kitabı yarım bıraktım. Üç defa denediğim halde olmadı, yürümedi. Satırlar geçmedi, sayfalar akmadı gözlerimin önünden. “ Doydum mu artık?” diye düşünmeye başladım ama hayır, bunun doymakla bir ilgisi yok. Kitaba doymak olmaz ancak seni götürdüğü dünyalara uyum sağlayamamak olabilir. İşte benim yadırgadığım da sayfalarını açtığımda beni saramayan o dünya oldu. Aile yapısında, toplumdaki yerinde, anne- baba- çocuk- sevgili ilişkilerinde durduğu yer bakımından benim rahatsız olmama neden olacak kadar sert ve belirgin sınıf ve cinsiyet ayırımcılığının yapıldığı bir kitaptı. Gerçeğe çok yakın olarak, derlenen mektuplardan ve anılardan yararlanılıp yazılmış, geçen yüzyılın Amerikasında yaşayan bir ailedeki fırtınalı, çalkantılı bir döneminin hikâyesiydi. Tarihi olayların yabancısı olmadığım halde, eski dönemlerin toplumsal yapısını ve eşitsizliklerini iyi bilmeme rağmen, beni oldukça rahatsız eden bir erkek egemen yazı stiline sahip olan kitabı, kendime eziyet etmeyi bırakıp okumamaya karar verdim.
“ Kitap, yazana saygıdan ne olursa olsun sonuna kadar okunmalıdır.” diye söylediğim iddialı cümlemi de böylece geçersiz kıldım. İnsan okurken mutlu olacağı kitabı okumalı, yeni şeyler öğrenebilecekse okumalı, yüreğine dokunan bir kalemden çıkmışsa satırlar, okumalı, ufkunu geliştirebilecekse okumalı...
Yıllar boyu yaşanmış ve toplumlarda benimsenmiş kalıplarda yaşam alanlarımızı zorlayan pek çok alışkanlıklarımızda bilerek ya da bilmeyerek cinsiyet ayırımcılığı yapıyoruz ya da maruz kalıyoruz. Ben nasıl ki kadına hak ettiği değeri vermeyen satırlarla dolu, bana itici gelen bir kitabı okumayı reddediyorum, aynı şekilde, kadınların zarif, güzel ancak her seferinde canavar karşısında güçlü prens tarafından kurtarılan aciz birer varlık olarak gösterildiği masalları kızıma okumaktan da rahatsız olmaya başladım. Hiç beline kılıç kuşanıp, ressam olan duygusal prensi, canavarın elinden kurtarmaya giden bir prenses hikâyesi okudunuz mu? Gülmeyin ama... Gerçek hayatta oturma odasına böcek girdiği zaman kapıyı kapatıp arka odaya geçen ve karısının böceği evden atmasını bekleyen bir erkeğin varlığı kadar normal sayılabilecek bir masaldır. Böyle erkeklerin varlığı ne kadar gerçekse, güçlü ve kendine yeten kadının varlığı da aynı derecede toplumun bir gerçeğidir. . Kitaplarda, masallarda bu kadınlara hayat verilerek, günümüz dünyasında toplumda yerini kazanma mücadelesini veren kadınların da sırtı biraz sıvazlanmış olacaktır. Varlığı sadece masallara renk veren, padişahın oğlunun, kahramanlık serüveni sırasında canavardan kurtardığı, bu arada beğendiği ve evlendiği bir karakter olan masaldaki masum ve çaresiz kıza hiç soruldu mu acaba, “ padişahın oğlunu sen de beğendin mi?” diye. Bu masalları okurken hiç düşünmemiştim aslında ama bir yerlerden hep kızın oldubittiye getirildiği hissine kapıldığımı itiraf etmeliyim. Okurken güçlendiğim kitaplar, okuyarak zenginleştiğim, dünyayı keşfettiğim kitaplar diye yukarıda paragraflar dolusu yazı yazdım, kitaplara övgüler sıraladım. Peki, ben güçlenirken, hayatı tek başıma yenmeyi öğrenirken, neden hayatın güçlükleriyle karşılaşan kadınların, erkek kahramanlar tarafından çekilip kurtarıldığı hikâyeleri okuyorum? Ve neden güçlendiğim halde aynı hikâyeyi okumaya devam ediyorum? Dolabın tepesinden çarşafları yerleştirirken paldır küldür yere düşen bir kadınsa eğer, bence masaldaki yüksek dağdaki kartal yuvasına tırmanan da masaldaki kadın kahraman olmalıdır.
Yaşadığımız hayatın gerçekleri aslında tüm çıplaklığıyla her gün gözümüzün önünde. Hayatla yapılan mücadelede kadın da erkek de aynı mücadeleyi veriyor. Okula ya da işe gitmek için aynı trafikte savaşılıyor, fatura ödemek için aynı kuyruğa giriliyor, su bidonlarını su sebiline takmak için kimse diğerini yardıma çağırmıyor. Gerçek hayatta kurulması zor olan pek çok dengenin, yaşanıyor olduğu halde açıkça fark edilmemesinden dolayı yaratılan dengesizlik, sözcükler dünyasında olsun hak ettiği şeklide kullanılıp eşit ve tarafsız yorumlarla fikirlerin işlenmesinin kimseye zararı olmaz.
Kitaplar, yaşadığımız dünyanın kurallarına kısıtlamalarına bağlı olmadan sınırsızca, özgürce şekillendirilip zenginleştirilebilecek ışık kaynaklarıdır. Küçük bir çocuğun yalnız dünyasını zenginliklere açan kapı olabileceği gibi, yetişkin bir kadının telaşlı hayat temposunda, nefes alabileceği kendini bulabileceği, durağı olabilmektedir. Herkes okuduğu kitaptaki karakterle kendini bir süreliğine de olsa özdeşleştirir ama hayal ürünü bile olsa kimse haksızlığa uğradığını hissetmek veya kendisinden daha öncelikli birilerinin olduğunu bilmekten hoşlanmaz. Okuduğumuz kitaplarda hayat verilen rollere bakışımız biraz daha hassas olursa, okuyucuya sunulacak kitapların da piyasaya çıkmadan önce dikkatli bir eleştiri süzgecinden geçirileceğine inanıyorum. Talep olmadıkça yenilenme de olmaz ve yüzyıllardan beri kabul gören rollerde hayat yaşanmaya devam eder. Okuyucu talep etmelidir ki, hassasiyetini göstermelidir ki, yenilenen rollerle toplumun terazisini dengeleyen kadın erkek arasındaki denge çizgisi tam ayarda tutulup güzel hikâyeler üretilebilsin, değerli kitaplar yazılabilsin. Umarım yeni yayınlarda değişen ve yenilenen fikirlerin yansıması olan kitaplar artar ve bizler de zevkle ilginç kitaplar okumaya, yenilenmeye, belki şaşırmaya, belki de duygulanmaya... Devam ederiz.