1. YAZARLAR

  2. Dilek Karaaziz Şener

  3. Hayatın sırrı, harçtır!..
Dilek Karaaziz Şener

Dilek Karaaziz Şener

Hayatın sırrı, harçtır!..

A+A-

Hayatın sesini bazen kısmak istiyorum. Soğuk bir gecenin sabahında, pencereme vuran güneşin yazdan kalan sıcak ışıklarına bakarken bile bunu düşünebiliyorsam, ciddi zor geçmiş bir haftanın kalıntılarını hala daha omuzlarımda hissediyorum, demektir. Cümle uzadıkça kaygılandım. Çünkü esas anlatılmak isteneni, tam olarak anlatamama kaygılarında karışır ya cümleler! Cümlelerin karışma sebebi, apaçık, akıl karışıklığının yarattığı sonsuz sorgulama açılımlarıdır. Fazla açılım, sonunda kargaşaya dönüşür. Bu kaçınılmazdır. Hele de açılıma dışarıdan muhalif sesler eklendiğinde, biraz daha yalnızlaşıp, basit bir sıkıntının başka sıkıntıları da tetiklemesine olanak tanımış oluyorsunuz. İşte o zaman düşünce: hayatın sesini kısmak yerine, insanların sesini kısmayı mı, denemeli? sorusuna kendiliğinde dönüşüveriyor. Her ne kadar böylesi düşünce dehlizlerinde gezinsek de sonuçta, etrafımızı saran “insan” tekilliğinden veya kalabalıklığından kendimizi ayıklayamıyoruz. Yakınıma kadar gelmiş, sözüne güvendiğim, yaşamına saygı duyduğum onca kişi arasından daha yakın olduklarımdan biri geçenlerde dedi ki: çoğunlukla o şair gibiyim: 
“Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi; kah inerim yeryüzüne seyreder alem beni”
Söz üzerine aklıma gelen şu oldu: Yaşam akıp giderken, herkes kendine tekilliğinde bir “yolculuk” gerçekleştiriyor; etrafını saran olumsuzluk bulutlarından kendini korumak adına… Ha gökyüzüne çıkmak, günümüzden 600 yıl önce yaşamış Nesimi’nin de dediği gibi, ha göl kıyısında tatlı bir gezintide bulunmak; bugünden Aslı Erdoğan’ın da belirttiği gibi… İkisi arasında bir fark göremiyorum çoğu zaman… Çünkü elbet gökyüzünden inilecek ve göl kıyısındaki sessizlikten çıkıp kalabalığa karışacağız. İşte bu noktada eninde sonunda karşımıza insan çıkıyor.
Nesimi’nin yeryüzü ve gökyüzü arasına sıkışıp kalan bedenindeki ve aklındaki durumlar, tam bir sivil itaatsizlik örneği olmuştur; benim algı sınırlarımda… “Samimiyetsizlik” engellerine takılıp kaldığında insan, hayatın sunduğu zaman dilimine karşı itaatsizce davranmak, bazen de çıkışları zorlayıp yalnızlaşmak isteğine karşı çıkılamıyor. Yalnızlaşmayla yaşanan yolculuğunun sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği çoğunlukla anlaşılamamakla birlikte, esas olan, yeniden ister istemez kalabalıklaşmaya yani insanlarla temasa çark ediyor akıl ve beden… Bazen ne kadar uğraş verseniz de anlam veremiyorsunuz yaşananlara, yaşadıklarınıza ve bu bağlam direkt olarak da insana ve insanların olduğu kalabalık kümeye itiyor yeniden sizi... Yaşadıklarınıza anlam vermediğiniz idrak noktası mı desek artık, işte öylesine bir itkiyle, sarılıyorsunuz: “söz benim cümle benim kime ne?”  gibi basit bir “insafsızlık” kuyusuna! Hâlbuki ağızdan çıkanı kulak duymalı çoğu zaman… Söylenen çok naif bir cümlenin, mekân ve zaman aşımına uğrayarak,  başka bir ağızdan çıktığında insanları nasıl etkileyip, yaşama dair sorgulama dehlizlerine itivereceğini hesap kitap yapmak, “bir, bir daha iki eder” demekten daha mı zordur? Kendi hayat oyunu sahnenizden inerek başka insanların sahnesine sızdığınızda, daha dikkatli davranmalısınız. Sonuçta kendi sahnenizde yaşadığınız ne varsa günahıyla sevabıyla, hatasıyla doğrusuyla, ayıbıyla masumiyetiyle, yalanıyla dolanıyla, hepsinden sorumlusunuzdur. Sonuçta başka bir sahneye dâhil olma telaşıyla, harcanan her sözcüğünüzden artık siz değil diyaloga girdiğiniz kimseyle birlikte,  sözüne temas ettiğiniz başka yaşamlar da vardır. Manipüle edilerek ağızdan çıkan sözle, zaman döndüğünde ve an’a temas ettiğinde, yıkılan sadece siz olmuyorsunuz. Aynı zamanda sahnesizleşip, evsizleşerek kendi yuvanızda bile yabancılaşabiliyorsunuz. “Ev yaratmak” der Aslı Erdoğan, “içine yerleşmek ister”; bu aşamada kendi evindeki huzursuzluğu kendine inşa eden insanların, başka temaslarda başarılı olacaklarına inanmıyorum. Burada ev inşa etme eyleminin “kişilik” bağlamında, sembolleştirildiğinin altını önemle çizmek istiyorum. Sözlerini boşluğa ve hiçliğe değil de, ceplerine doldurmalı insan!
***
Ne kadar kolay öyle değil mi, insanları tek bir cümle üzerinden yargılayıp, infaz etmek. Bu kadar kolay mı hayatına dokunduğunuz, paylaşımlarından hoşnut kaldığınız (!) insanlar için kalem kırmak! Yoksa zamanın cepleri mi, dolmuştur da kelimeler kifayetsizleşmiştir? Kalbine yapılan yolculuk dahi, (sadece) kendine dönüş anlamı taşıyorsa, affedip affetmemek arasında kısacık bir Sırat Köprüsü’nde dans etmekle alakalı! Dansın daha ilk adımında düşüş başlamıştır. Hâlbuki bu düşüte kendi değil de yargılayıp astığı kişiyi sanki düşer gibi hayal etmekten öteye geçemiyor gerçeklik. İşte bu aşamada hatırlarım: “gerçeklik koca bir yalan!” sözünü Picasso’nun. Gerçek varsa görünenin ardında, bütünü kavrayabilmek için, önce kendinden yola çıkarak karşısındakinin kalbine dokunabilmeli insan! Şunu söylemeliyim ki: zaman aktıkça kazandığım değerler, ancak bundan sonra yaşayacağım her an’a dair kifayet etmektedir.
Önyargılar sadece kişiler arasında değil, genel anlamda bugünkü yaşadıklarımızı da düşünerek, her alanda “etkiler ve tepkiler” yaratarak, çok pahalıya ve hatta toplumda iflasa neden olmakta… İnsanların güven denilen hayat hamuruna virüs bulaştırarak, geriye dönüşü olmayan eylemlere yol açmakta…
“Kah giderim medreseye, ders okurum hak için; Kah giderim meyhaneye, dem çekerim aşk için.”
Nesimi sözlerinden dolayı Halep’te derisi yüzülerek öldürüldü. Onun mısraları 600 yıl sonra dahi hala daha dudaklarımızdan çıkan sözler, yüreğimize vuran acılar halinde günümüz insanının yaşam sahnesinde karşılıklı diyaloglarda yerini almakta!
***
Tarihte filozofların, Antik Yunan’dan bu yana sordukları soru: Evrenin bir amacı var mıdır?
Aristo’ya göre her şeyin bir telos’u vardır. Ulaşılması gereken içsel erek üzerine kuruludur yaşam…
Yaşamın anlamına dair aklımda kalan bir fıkra ile bu haftaki sözlerimi noktalamak istiyorum:
Hayatın anlamını arayan bir adam, guruların en bilgesinin Hindistan’ın yüksek dağının zirvesinde yaşadığını öğrenir. Uzun uğraşlardan sonra dağı bularak, var gücüyle, tırmanmaya başlar. Dağ öylesine diktir ki defalarca aşağıya kayar, yuvarlanır, düşer, düşmelerden canı yanar. Her şeye rağmen vazgeçmek doğru değildir, adama göre… Sonunda doruğa ulaşır. Her yanı yara bere içindedir ve fakat aldırmaz. Can acısa bile dağa karşı savaşını kazanmıştır. Ve işte hayatın sırrını bilen o yüce guru bağdaş kurmuş, karşısında oturmaktadır.
“Ey bilgeler bilgesi” der adam, “sana hayatın sırrını sormaya geldim.”
“Ha, evet, hayatın sırrı” der guru. “hayatın sırrı, harçtır.”
“Harç mı? Ne yani, ben onca eziyete katlandıktan sonra şimdi sen bana, hayatın sırrı, harç mı diyorsun?!”
Guru omuz silker: “Yoksa değil mi?”
(Arşivimden…)

Bu yazı toplam 2110 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar